“Para ile vatandaş olandan bir şey olmaz” makalemizde menfaat karşılığı bir ülkeye vatandaş olanlardan o vatan toprakları için fedakârlık beklenemeyeceğinden bahsetmiştik.
Kendi doğup büyüdüğü, dedelerinin yaşadığı topraklara karşı aidiyet duygusu taşımayan birinin menfaat karşılığında vatandaşlık elde ettiği topraklara sahip çıkması imkânsızdır. O kişilerden bırakın olası bir tehlikeye karşı o topraklar için fedakârlık beklemek, belki de daha fazla menfaat elde edeceğine inanması halinde bu topraklara da ihanet edecektir.
Tarihte örneklerine çok rastladığımız ‘milleti sadıka’ diye adlandırdığımız, her zaman kendilerine sahip çıktığımız Ermenilerin her fırsatta işgal kuvvetleriyle birlikte hareket edip kendi topraklarımızda bizi arkadan vurduğunu unutmamamız lazımdır.
Ayıkmamız için tarihin tekerrür etmesine ne gerek var. Zaten geçmişte örneklerine çok sık rastladığımız başı belalı bir milletiz…
Aidiyet duygusu her toplumun kendi milli ve dini duygularıyla oluşan milli hafızasını teşkil eder ve o toplumun sigortası hükmündedir.
Aidiyet duygusu olmayan hiçbir milletin tarih sahnesinde uzun süre kalması mümkün değildir. Türk milleti asırlardır varlığını devam ettirebiliyorsa, her gittiği yere kendi medeniyet anlayışını götürebildiyse, bunun temel sebebi aidiyet duygusudur.
Defalarca yıkılmış, toprakları işgal edilmiş olmamıza rağmen asla kaybetmediğimiz aidiyet duygusu her fırsatta tekrar ayağa kalkmamıza, yeniden devletler kurmamıza sebebiyet vermiştir.
Osmanlı İmparatorluğu gibi koca bir devletin yıkılmasıyla, topraklarımızın işgal edilmesiyle karşı karşıya kaldığımızda; Gazi Mustafa Kemal Atatürk‘ün taşıdığı ruh, aidiyet duygusunun zirve halidir. Samsun’a hareket eden Bandırma vapuru içerisindeki arkadaşları dahi kendisi gibi bağımsızlık ruhu taşımamasına rağmen ondaki aidiyet duygusu ve inancı Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşunu ve Türk milletinin dirilişini sağlamıştır.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk’ta milletimizin bu duygu ile donanmasının şart olduğunu şu şekilde ifade etmiştir:
“Efendiler, Meclis’in açıldığı ilk günlerde, Meclis’e, içinde bulunduğumuz durum ve şartları açıklayarak takip edilmesini ve uygulanmasını yerinde bulduğum görüşlerimi arz ettim. Bu görüşlerin başlıcası Türkiye’nin, Türk milletinin takip etmesi gereken siyasî ilke ile ilgiliydi? Bizim kendisinde açıklık ve uygulama imkânı gördüğümüz siyasî ilke, millî siyasettir. Dünyanın bugünkü genel şartları, yüzyılların dimağlarda ve karakterlerde yerleştirdiği gerçekler karşısında hayalci olmak kadar büyük yanılgı olamaz. Tarihin ifadesi budur, ilmin, aklın, mantığın ifadesi böyledir. Milletimizin, güçlü, mutlu ve istikrarlı yaşayabilmesi için, devletin bütünüyle millî bir siyaset izlemesi, bu siyasetin iç teşkilâtımıza tam olarak uyması ve ona dayanması gerekir. Millî siyaset dediğim zaman kastettiğim anlam ve öz şudur: Millî sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanmakla varlığımızı koruyarak, millet ve memleketin gerçek saadet ve refahına çalışmak…” (Nutuk)
Bin bir zahmetle, kanla-canla elde edilen ve bizlere emanet edilen vatan topraklarının kıymetini bilmek zorundayız. Topraklarımızı satarak, para ile vatandaşlık vererek, milli bir siyaset oluşturulamaz. Bu yolda yapılan yanlışlardan vazgeçilmediği takdirde milli sınırlarımız içerisinde kendimizi tehlikelerden koruyabilmemizin ne derece mümkün olabileceğini vicdanlarınıza sunuyorum.