Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve onun aziz Milleti, tarihinde hiç bu kadar sıkıntılı ve karmaşık bir hâl almamıştı. Dışta ve içte devletin resmi bir ideolojisi kalmamış, devleti devlet yapan, milleti millet yapan değerler yok olmuş, kırmızıçizgileri silinmiş, rotası şaşmış, küresel dalgalara teslim olarak batma tehlikesi ile karşı karşıya kalmış bir vaziyet arz etmekteyiz.
İşin en vahim tarafı, manzara böyle iken yaklaşan tehlikelerden çoğunluğun haberi yok. Vatandaşlar sadece kendi gününü kurtarma sevdasına düşmüştür. Yöneticiler de tiyatro oynamakla meşgul…
Birileri görmezden gelse de son zamanlarda işler rayında yürümüyor. AKP iktidarlarıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti tam bir teslimiyetle batının küresel güçlerine teslim olmuş; adım adım etrafımızı saran ateş çemberine doğru yürümekteyiz.
Aslında bölgemizde cereyan eden olaylar, BOP kapsamında İslam coğrafyasında üstlendiğimiz taşeronluk görevinin yansımalarından başka bir şey değildir.
Yaşadığımız netice, milletimize yaraşan sağlam bir duruş sergileyemeyen ve küresel güçlerin taşeronluğuna soyunan teslimiyetçi bir zihniyetin sonudur.
HADİSELERİ DOĞRU OKUYABİLMEK
Çevremizde cereyan eden hadiseleri doğru okuyabilmek için milli kimliğimizi iyi tespit etmek ve kendi değerlerimize uygun bir bakış sergilemek zorundayız.
Millet olmak, tarih sayfalarında asırlarca kalabilmek, her topluluğa nasip olmaz… Millet olmak, köklü bir inancı ve ondan esinlenen, sağlam bir kültürü gerektirir. Milletlerin sürekliliğini sağlamak için bu olmazsa olmaz şarttır.
Aranılan bu vasıfları üzerinde taşıyan, ender milletlerden biri ve en önemlisi Türk Milletidir…
Büyümüşüz, küçülmüşüz, yıkılmışız, dağılmışız fakat ne kadar olumsuz şartta olursak olalım, mutlaka tekrar ayağa kalkmasını bilmiş, “devlet-i ebed müddet” (devletin ilelebet payidar kalacağı) mantığını asla kaybetmemişizdir. Türkün tarihinde hemen her döneme bu mantık hâkim olmuş, bu büyük düşünüş, devletin sürekli ayakta kalmasını sağlayan büyük bir inanç halini almıştır.
İkinci dünya savaşıyla sıcak savaşların ağır faturasını ödeyen devletler, sömürge ve işgal fikriyatını soğuk savaşlara, masa başı entrikalarına taşımış ve şeytanca bir plan olarak da küreselleşme tuzağını oluşturmuşlardır. Küreselleşme mantığıyla “yenidünya düzeni” adı altında “dışı kalaylı, içi vayvaylı” barış ve hoşgörü yalanlarıyla insanları kandırarak tezgâhlar işletilmiş, “devlet millet farkı gözetmeksizin herkesin barış ve huzur içinde birlikte yaşayabileceği, böylece dünya barışının sağlanacağı” yalanı ortaya atılmıştır.
Ne var ki bu yöndeki çabalar ve atılan adımlar, güçlü ve zengin olan süper devletlerin menfaatleri doğrultusunda, güçsüz ama yer altı ve yerüstü zenginlikleriyle bezenmiş; devletlerin, köleleştirilme ve işgal planları, iç savaşlar, bu çerçevede gerçekleştirilmiştir. İslam coğrafyasında cereyan eden olaylar, malumun ilanıdır.
BİZE NE OLDU?
Milletimiz, küresel güçlerin oyununa gelerek, inanç ve kültür değerlerini göz ardı etmeye başlayınca, kırılma noktası burada gerçekleşmiştir. Milletimizin harcı olan bu değerler ihmal edilince, şu an yaşananlar mukadder hale gelmiştir. Milleti bir arada tutan değerler bir bir ortadan kalkmaya başlayınca, sağlam ve kalın bir halatın tel tel kopuşu, tel tel ayrışması gibi Milletimiz de çeşitli bahanelerle ayrışmaya başlamış; şu anki halimiz, küresel güçlerin istediği kıvamda, işgal ve sömürge olmaya hazırlanmaktadır…
İçerde ve dışarıda güçlü bir yapının oluşması için bölgemizde çözümün adresi olabilmek ve bu gidişe dur diyebilmek için birleştirici unsur olan “dini ve milli değerler” dikkate alınmadığı taktirde beklenen acı son kapımızdadır.
Peki, ne oldu bize de asırlarca dünyaya yön veren bu millet, dün köle ettiklerine bugün köle oldu? Nerede hata yaptık? Neyi görmedik?
Bir yerde hata yapmasaydık bu hale düşmezdik. Hatadan dönmek için hatanın tespitini yapmak zorundayız. Çözüm için olaylara bu açıdan bakmamız lazım.
Dünya kurulduktan bu yana bizleri yoktan var eden yüce Allah kutsal kitaplarıyla ve peygamberleriyle insanca yaşamanın, huzur ve bereketin yolunu göstermiştir. İnsanoğlu bu ilahi buyruklara kulak verdiği, destek çıktığı ve uyguladığı noktada başarı elde etmiş; aksi halde yanlışa sapmış, başı beladan kurtulamamıştır.
Bu sebeple huzur ve bereketle buluşmak isteyen insanoğluna düşen görev bu temel kaideyi uygulamak olmalıdır.
Kendisini, ailesini, işyerini, beldesini, devletini yönetmek isteyenler; bu temel kaideyi göz ardı etmemelidir. Özellikle de devlet yönetiminde görev almak isteyenler, asla bunun dışına çıkamamalıdır.
MÜMİNİN FERASETİ
Devlet adamı odur ki devletini, geçmişten geleceğe selametle taşımasını bilmeli; milletinin huzur ve refahını sağlamalı; devletinin ve milletinin geleceğini tehlikeye atmamalıdır.
Bu özelliğe sahip olacak devlet adamı, hadiseleri doğru okuyabilecek, olayların derinliğini bilecek, karanlıkları aydınlatacak bir bakışa, bir anlayışa sahip olmalıdır.
Bu bakış ve anlayışa feraset denir. Feraset kavramına; zihin uyanıklığı, akıl parlaklığı, düşünce derinliği, gerçeği görebilme sanatı da diyebiliriz.
Elbette yüce bir haslet olan feraset duygusuna erişmek kolay bir hadise değildir. Her kıymetli şeyi elde etmek için mutlak bir çabaya ihtiyaç olduğu gibi bu duyguyu da elde etmek için önemli çabalar gerekmektedir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.a.) bir Hadis-i Kutside şöyle buyuruyor:
“Allah Teâla Hazretleri şöyle ferman buyurdu: Kim benim bir dostuma düşmanlık ederse, hiç şüphesiz ben ona harb ilan ederim. Kulum, kendisine farz kıldıklarımdan benim için daha çok sevilmeye değer şeylerle bana yaklaş(a)maz. Kulum bana nafilelerle yaklaşmaya devam eder; nihayet ben onu severim. Ben onu sevince de, onun işiteceği kulağı, göreceği gözü, tutacağı ve vuracağı eli ve yürüyeceği ayağı olurum. Benden isterse, ona verir; bana sığınırsa, onu korurum.” (Buhari, Rikak: 38, Ahmed İbnu Hanbel (6/256)).
Olaylara Allah’ın yardımıyla bakacak göze, işitecek kulağa, tutacak ele, yürüyecek ayağa sahip birinin elde ettiği nimet ne büyüktür. Bu kimseden yanlış bir şey sadır olur mu? Elbette hayır!
Bu duyguya erişmek için; Hadis-i Kutside beyan edildiği gibi farzlarıyla, sünnet ve nafileleriyle ciddi bir ibadet seferberliğine girip Allah’a yakınlık sağlamak gerekmektedir.
Allah’ın (cc) mümin kullarına bir armağanı olan feraset duygusu sayesinde, o kulların bir kabiliyet kazanacağı yüce kitabımızda haber verilmiştir.
“Ey iman edenler! Allah’tan korkarak hareket eder de takva dairesinde bulunursanız, Allah size hakkı batıldan ve doğruyu eğriden ayıracak bir kabiliyet, bir nur verir.” (Enfal, 29)
Yine feraset konusunda Peygamberimiz (s.a.a.) önemli bir hatırlatma yapmıştır:
“Müminin ferasetinden sakının! Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.” (Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an, 16)
PROF. DR. HAYDAR BAŞ
Hak ve hakikat sevdalıları, yaşadıkları her devirde ve her yerde, doğruya ve güzele âşık olmuş; Allah’ın onlara bahşettiği ferasetle olaylara bakmış, doğruyu bulmuş, doğruya ve güzele çağırmışlardır.
Onların hayat felsefesi; yaratılış gayeleri etrafında tebliğ ve irşat olmuştur. Gayeleri hep hakka çağırmak, hakkı savunmak olmuş; bu dert ile dertlenmişler. Hayatta pek rahat yüzü de görmemiş, dolap olmuş, dönmüş durmadan su taşımışlar; mum olmuş, etrafını aydınlatmak için yanmışlar. Tarih sayfalarına baktığımız zaman örneklerini çokça görürüz.
Bu devirde dolap olup etrafına su taşıyan, mum olup yanıp etrafını aydınlatan, milletine sevdalı bir insanı görüyoruz. Bu sevda ve dava insanı, Bağımsız Türkiye Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Haydar Baş’tır.
Ortaya koyduğu hizmetleri ve gayretleri gören, her akıl sahibi, bu ifadeyle asla hamaset yapmadığımızı bilir. Prof. Dr. Haydar Baş, ülkemiz çok kritik günlerden geçerken, devletimizin ve milletimizin üzerinde oynanan korkunç oyunları ferasetle önceden görmüş ve milletimizi uyarmıştı.
Allah için hafızalarınızı yoklayın! Yıllardır her konuda milletimizi uyarmadı mı? Sadece uyarmakla kalmadı. Çözüm yollarını da ortaya koydu. Ama milletimiz ona hak ettiği desteği vermedi. Şimdi tehlikeli yollarda korkunç sona doğru koşar adımlarla gidilmektedir.
Vakit geçti ama Allah’ın rahmetinden umut kesilmez. Milletimiz yanlıştan döner; İlim, fikir ve dava adamı, feraset ehli Prof. Dr. Haydar Baş’la ne kadar çabuk bir ve beraber olursa; çözüm o kadar kolay olacaktır. Aksini düşünmek bile korkutuyor insanı…
Uğur Kepekçi / Aralık 2015 / İcmal