Bu âlem yok iken var olan Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud Hazretleridir, Allah Ezel ve Ebed olandır. O’nun Ezel dediğimiz mefhumunun bir başlangıcı yoktur. Ebed dediğimiz zaman da sonu yoktur. Ne başlangıcı vardır ne de bir sonu…
O murad-ı ilahisine muvafık olarak mahlûkatı yaratmış, var etmiştir. Biz O’nun takdiri ile var olan ezel aynasındaydık veya ezel görüntüsündeydik. Cenâb-ı Hakk, oradan bizi geçici olan bu fâni âleme gönderdi. Binaenaleyh, insan asıl cevherinden uzaklaştı. İzafi değerlerin, hakikatlerin olduğu yere geldi. Bazı mutasavvıflar böyle olması münasebetiyle bu âleme, “mutlak varlığın gölgesidir” diyorlar.
O hâlde, bu gölgenin asıl olana hasreti muhakkaktır.
Ayrılık, zaten bizim gerek edebiyatımızda gerek kültürümüzde, sanatımızda, hemen hemen bütün bediî (gözü gönlü okşayan) zevklerimizin hâkim olduğu dünyamızda, her zaman işlenen bir temadır. Özümüze ait bir temadır. Mademki, bizim özümüz O’ndandır, Hak’ tandır; elbette ki hem hakkı olarak hem de haklı olarak insanın Özünü, Sahibini, araması esastır ve de şarttır. İşte bu, ayrılıktan duyulan ıstırabın dile gelmesidir.
“Cenab-ı Hakk neden bu ayrılığı tercih etmiş ve de yaratmıştır?” sorusuna verilecek cevap şudur:
İnsanların ve cinlerin varlık sebepleri kulluktur.
Bu kullukta da bir imtihan gereklidir.
Kimin az, kimin çok, kimin vasat olduğunun takdiri ancak kulun hâline göredir. Bu hâlin ortaya çıkması, Allah’a ne derece kul olduğunu anlayabilmesi, insanın kulluktaki gayretiyle beraberdir. Böyle bir ayrılık olmadan, Allah’a vâsıl olma aşkının ne derece olup olmadığını bizim insan olarak bilmemiz mümkün değildir.
Böyle bir imtihan olmadan da “Sizi Ben imtihan etmiş olsaydım hâliniz ne olacaktı?” diyerek Allah’ın bize makam takdir etmesi de âdil olmaz. İşte bu adaletin de olması için hepimizin anlayacağı bir dilde, hazmedeceğimiz bir idrakte bu imtihan sahnesine gönderiliyoruz.
Allah Teâlâ, her şeyimizle bizi müsait hâlde serbest bırakıyor.
Bu hasreti ne kadar duyuyorsak, kulluğumuzda o kadar ısrarlı oluyoruz. Yani işin temelinde ayrılık vardır. Ayrılıktan doğan hasret vardır.
Bir şeye ne kadar sahip olunur ise, o şey o derece takdir edilebilir. Hasret duyulan varlığın hasreti, ne kadar şiddetli ise, onun kıymeti o kadardır.
Allah, kuluna yakındır. Kula bu kadar yakın olan, O’ndan olduğunu bildiği Allah’a kul hasret duyar. O kuluna evladından da komşusundan da dostundan da yakındır.
İnsan, kuluna her şeyinden daha yakın veya sevgili olan Allah’a bu hasreti kulluk idraki içerisinde duyduğu zaman, O’na varmak için seferber etmeyeceği, feda etmeyeceği, yoluna koymayacağı hiçbir şey olmaz.
İşte bu yoluna koyduğu şeyler, O’nun varlığına atfettiği değerlerden kaynaklanır.
İbadet, Allah’a yürümek, O’nu bulmak içindir.
İnsan ibadet ettikçe, Allah’ı zikrettikçe gönlünden O’na doğru yürür. Farkında olmadan tecellilerine erer. (Prof. Dr. Haydar Baş /Dua ve Zikir/ Sayfa 179-184) (Devam edecek)
Uğur Kepekçi