Hasret, vuslat ve zikrullah (2)

“O’na vuslat gayesiyle Allah’ı seven insanın ubudiyette ısrarı, böyle bir gayeye kendini matuf kılmanın ısrarı, işte bu ayrılıktaki hasreti duymaktan kaynaklanıyor. Bu hasreti ne kadar şiddetli duyarsa, Allah’ı o derece arar, o derece kıymetlendirir. Ama az duyarsa hayatında hiçbir yer bile vermez.

Bu hasretin içinde bir lezzet vardır. Öyle bir hasret ki, insanın gönül alemini yıkan, dağlayan bir hasret… Bu hasret aslında insanı bedbin etmez, aksine huzur verir. Bu cümleden olarak der ki Fuzuli:

“Kılma derman ki, zehrim senin dermanındır.”

Yani, beni iyi etme, bu sevda hastalığı bana öyle bir lezzet, öyle bir kudret, öyle bir kuvvettir ki, şayet beni bu hastalıktan kurtarmak istersen, Senin bu hastalıktan beni kurtarmak için yaptığın tedavi, asıl zehirin olur. Niye? Bu hasretten kurtulurum. Hâlbuki ben bu hasretten kurtulmayı istemiyorum.

Tabii biz normal işlerimiz aksıyor diye buna hastalık diyoruz.

Allah hasreti o kadar enteresandır ki, o da kullara bir lütuf olmuş oluyor. Hem de çok büyük bir lütuf.

Hasret, O’nun firkatinden gönüle olan tecellidir. Yoksa öyle bir tecelli olmasa, hatırlanmaz bile… Kulun Allah’a hasreti, aslında Allah’ın kula hasretidir. Bir başka mânâda, Allah’ın kulunun kalbinde Zatını sevmesidir.

Ayet-i kerimenin beyanına göre, Allah kuluna şah damarından daha yakındır:

“Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kaf /16)

Bu âyet-i kerimede, “Kul, Allah’a yakındır” denmiyor. Allah kuluna yakındır” deniliyor. Cenab-ı Hakk kuluna yakın olmasıyla kulun Allah’a yakın olması aynı değildir.

Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyurulur:

“Allah’a kaçın…” (Zariyat / 50)

Demek ki, biz O’ndan çok uzaktayız ki, O’na koşmamız gerekiyor.

İki insan bile bir mekânda olur, duyguları düşünceleri, idealleri, gayeleri ayrı olur. Hatta aynı işleri yaparlar, aynı dairededirler fakat her şeyleri ayrı, zevkleri, fikirleri ayrı. Sadece bürokratik işlerde beraberler.

Ama bir de çok ayrı işlerle meşgul olmalarına rağmen, binlerce kilometre ötede kendi zevkini, kendi duygusunu, kendi fikrini yasayan insan vardır. Kişi aslında yanında olanla değil, uzakta olan, aynı fikri paylaştığı insanla beraberdir.

Allah kuluna tabii ki yakın… Ama kul Allah’a o kadar uzak ki, Cenab-ı Hakk’ın zevki, gayesi, Allah fikri, ideali ile beraber olunulursa; O’na yakın olunur. Bunun sonucu Allah’a vuslattır. Eğer O’na yakın olunmazsa, Allah’tan çok uzak düşülür. Yani kul, Allah’ı çokça hatırlamak ve zikretmekle, O’na yakın olur. Yakın hâline erişilir. Nitekim hadis-i şeriflerde şöyle buyurulur:

“Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Ben kulumun zannı üzereyim. Beni andığı zaman, onunla beraberim. Eğer Beni kendi nefsinde (kendi kendine) anarsa, Ben de onu kendi nefsimde anarım. Eğer Beni bir topluluğun içinde zikrederse, Ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluğun içinde anarım. Bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşırsa Ben ona bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim.”(Buhari, Tevhid 50)

Allah’ı istemenin bir yolu olması lazımdır. Bunun için de Allah’ı çokça zikretmek gereklidir…

Zikrullah ile ilgili yazılmış tüm eserlerde, Cenâb-ı Hakk’ın kulun kalbine olan tecellisinden bahsedilir.

Muhabbet oradadır. Zikrullah ile kulun kalp âlemi fetholunur. Allah’ın muhabbeti o kulun kalbine iner. (Prof. Dr. Haydar Baş /Dua ve Zikir/ Sayfa 179-184)

Böylece maksat gerçekleşmiş, Allah ile kulu arasında hasret zikrullah ile vuslata dönmüştür.

Uğur Kepekçi

Önerilen Makale

Hakkımı helal etmiyorum

Türk siyasetinde işler, hiç olmadığı kadar farklı mecralarda seyrediyor. Bu süreç ve gelinen nokta sizlere …