Hz. Mevlâna’ ya mistik diyenler de bilerek ya da bilmeyerek yanıltma ve saptırmaya alet olmuşlardır. Zira mistisizm 1804 yılında Latince “Mysticus” kelimesiyle Fransız diline girmiş salt iç duyuş, sezgi ve duyguda aşırı giden filozofik bir doktrinin, bir felsefi ekolun adıdır.
Mistik kelimesi ise, 1390 yılında “Mustikos” (sırlarla ilgili) anlamına gelen kelimeden türemiş tir. Dinî çevrelerde, ruhanî adam, akıl üstü olaylar, bâtıni itikatlar ve sırlarla ilgili kişi demektir.
Mistisizm Eflatun’un idealizminden de büyük ölçüde etkilenmiş felsefî bir ekoldür. Mevlâna ise, vahiyle sabit olan ve tevhid gerçeğine istinat eden bir dinin, İslam’ın müntesibi bir mütefekkir, bu çerçevede duygu zenginliği olan bir şair, gayesi Hakka vuslat olan bir kuldur.
Onun hayatı tasavvuf gerçeği ile bütünleşir. Tasavvuf ise, nefsi terbiyeyi esas alan, bir nevi İslam’ın derinlik boyutunu ifade eder. O bir hakikattir. Ne beş er telakkisi bir felsefe, ne de evham ve hayallere dayalı bir ruhanî hayattır. Madem ki tasavvufun mistisizmle hiçbir münasebeti yoktur, o halde bir mutasavvıf olan Mevlâna’nın mistisizmle nasıl bir ilgisi olabilir?
Görüldüğü gibi, kelime olarak Batı kültürünün bir meyvesi olan mistisizm, psikolojik ve nazarî olması bakımından da tamamen Bati menşeli beşerî bir telakki olup, İslam’ın tasavvuf gerçeği ile en küçük bir yakınlığı yoktur.
Tasavvuf, nefsi terbiye etme ve Hakk’a marifet kesbetme yolunda takvaya ulaşmayı gaye edinen bir terbiye disiplini iken, mistisizm, hiçbir ilmî istinadı olmayan dağınık ve çapraşık duyguların, ifrat ve tefritten korunamamış bir başıbozukluğun ifadesidir. Her nevi kontrolsüz duygu anarşisinin bir curcuna haline geldiği mistisizm için Massingnon’un, “sınırları katiyen dondurulamamış tır” demesi bu gerçeğin ifadesidir.
Mistisizm, bir kompleks olarak, hem muharref Hıristiyanlığın ifrata varan ruhçuluğundan, hem de beşerî bir felsefi ekol olan yeni Eflatunculuğun mübalağalı hayal ve vehimciliginden mülhemdir. Buna insanların karmaşık duygu ve sezgileri de katılınca, bir disiplin altına alınmayan duygu anarşisinin, belli bir hedefi ve gayesi olamayacağı açıktır.
İslam’ın özünü özünde yaşama gayreti içinde olan bir mutasavvıf ile ruhbanlık safsataları içinde boğulan hem dünya ve hem de ahiretini yıkan bir Hiristiyan mistiğini aynı kefeye koyma çabaları, İslam’a sürülmeye çalışılan kara bir lekedir ve İslam’ı anlama ve yaşama hususunda kabuğu delip öze ulaş amama acziyetinden kaynaklanmaktadır. (Prof. Dr. Haydar Baş / İslam ve Mevlâna / Sayfa 15-36)
Uğur Kepekçi