Kendinizle yüzleşmeye var mısınız? / İCMAL DERGİSİ / EYLÜL 2019

Yapılacak her işe, hayırlı bir neticeye ulaşması için mutlaka temiz bir niyet ile başlanması lazımdır. Büyükler “niyet hayır, iman selamet” buyurmakla dikkat çekmek istedikleri nokta asılında tam da budur. Bir işin gerek Allah(c.c.) katında, gerekse de kul katında, güzel neticeye ulaşması, niyetle direk alakalıdır. Bir kimseye verdiğiniz selamdan tutun, takındığınız tavır, yaptığınız iş ne olursa olsun; gönlünüzün tavrıdır (niyetinizdir) aslında…

Gönlünüzün tavrını, (niyetinizi) bir müddet saklayabilirsiniz, rol yapıp, yapmacık davranışlar sergileyebilirsiniz; karşıdaki ikinci şahıslardan bir müddet gönlünüzde taşıdığınız niyetinizi gizleyebilirsiniz. Ama bu halinizi çok uzun süre devam ettiremezsiniz. Eninde, sonunda, gerçek yüzünüzü ele verecek bir şeyler yapacaksınızdır.

Bir büyüğümün bu konuda çok muhteşem bir tespiti vardır. Onu paylaşayım sizlerle: “Adamın gönünde taşıdığı niyeti, muhakkak bir gün ayağına dolaşacaktır. Yani Allah, ona bir gün, içinde taşıdığı niyetini ortaya çıkararak bir amel yaptırarak onu ifşa edecektir. Ben hayatımda buna hep şahit oldum. Ama biraz sabır gerekir.”

Aslında sosyal hayatta bunları çok yaşıyoruz. İçinde taşıdığı niyetini en iyi bilen aslında kişinin kendisidir. Ama kendimizin bildiğini, başkalarından saklayarak, yaptığımız yanlışları kendimizden gizlemeyi alışkanlık haline getirerek yanlışlarımızı daha profesyonel bir tarzla saklamakla;  söylenen o meşhur söz tecelli etmektedir. “İnandığınız gibi yaşamadıkça, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.” Her şeye rağmen, yanlışlarımız bizi rahatsız etmediğini zannetsek de, gizlesek de; içimizdeki fırtınaların, ruhumuzda açtığı yaraların sızısını saklamak mümkün değildir. Ruhumuzdaki sızı, fırtınaya dönüşecek, bir gün gelecek, gerçekler üzerindeki örtüleri savuracak, bizi ele verecektir mutlaka… Kendimizle yüzleşmek, aslında kutlu bir yolun başlangıcıdır.

Kutlu yoldan çözüme ulaşmak

Çözüm çok uzakta değil aslında. Gerçeklerden kaçarak, kendi elimizle kendimizi rezil rüsva edeceğimize, yaralar derinleşmeden, hastalıklarımız kangren olmadan, dostsuz kalmadan, yapacağımız şey; bir an önce kendimizle yüzleşmektir.

Sadece gerçeklerle buluşmak, samimi olarak kendimizi muhasebe etmekle her şey meydana çıkacaktır. Kendimizle yüzleşmekten korktuğumuz için bir köşeye çekilip kendimizi hesaba çekemiyoruz. Tefekkür etmekten korkuyoruz birçoğumuz. Sorun tam da buradadır, çözüm de. Yani kendimizde…

Neticesi canımızı yaksa da, nefsimize zor gelse de; korkmadan, çekinmeden tefekkür etmeliyiz. Tefekkür kişiye kendisiyle yüzleşme kapılarını aralayacaktır. Âlemlere Rahmet Hazreti Muhammed (s.a.a.) bir hadisi şeriflerinde bizi tefekkür etmeye teşvik etmiştir: “Bir saat tefekkür bazen bir sene ibadetten daha hayırlıdır.”(Suyutî, Camiu’s-Sağir, II/127; Aclûnî, I/310)

“Hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekin”, ya da “ölmeden önce ölünüz” gibi ilahi uyarılar, bizi içiyle dışıyla tertemiz olmaya, kendimizi doğru bir ölçüye çekebilmemiz için tefekküre, nefsimizle yüzleşmeye davet etmektedir.

Elbette sadece kuru kuru yüzleşmek değildir istenen. Yüzleşmek, tedavi öncesi teşhis hükmündedir. İstenen bu işlem, hastalığın teşhisi için istenen tetkikler gibidir. Yüzleşme sonunda, tetkik sonuçlarıyla doktorumuza başvurup, tedavi almalı, verilen ilaçları dozunda ve zamanında kullanmalıyız. Yani yüzleşme sonunda, kendimizde gördüğümüz kusurları değiştirme gayretini de göstermemiz gerekmektedir.

Sık sık makalelerimde kullandığım rahmetli Celal Mısır Hocamızın bu konudaki nasihatini tekrar hatırlatmakta fayda görüyorum. Rahmetli Celal Mısır Hocamız, şöyle buyururdu: “Bir kimse kendinde bulunun kötü ahlaktan kurtulması için büyük çabalar ortaya koymalıdır. Bu çabalar üç aşamalıdır. Birinci aşama; nefisini iyi bir hesaba çekerek önce kendindeki kusur neyse onu bulacak ve tanıyacak. İkinci aşama; tanıdığı kusuru kendi nefsinde kınayacak. Yani bu nefisi hastalıktan kurtulmadığı taktirde her zaman başına bela olacağını bilecek. Ve kendi nefsinde o fikir ya da davranışına nefret edecek. O kötü ahlak emaresini kınayacak. Değiştirmek için karar alacak. Üçüncü aşama; terk aşamasıdır. Bu işin en zor tarafıdır. Gayret ortaya koyacak. Nefsiyle mücadele edecek. Belki de canı yanacak. İşte bu mücadelenin adı büyük cihat denilen nefisle mücadeledir.”

Hz. Peygamber (s.a.a.) Tebük seferinden dönüşte ashabına şöyle buyurmuştu: “Küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz.” (Razi, XXIII, 72; Beydavi, II, 97)

Bu hadisinde Hz. Peygamber (s.a.a.), en kalabalık bir ordu ile katıldığı Tebük seferini “küçük cihat” olarak bahsederek; nefse karşı verilecek mücadeleyi “büyük cihat” olarak nitelendirmektedir.

Diğer bir hadisi şeriflerinde buna benzer bir ifadeyle yine aynı konuya dikkat çekmiştir.

“Hakiki mücahit nefsine karşı cihat açan kimsedir.” (Tirmizî, Cihad, 2)

Elbette bahsedilen aşmaları kat etmek, başarmak öyle sıradan bir iş değildir. Yalnız başına yapılabilecek şeyler değildir. Yüce Allah insanlara nefisler mücadele ve gerçeğe ulaşma noktasında ilahi rehberler yollamıştır. Kitaplar ve resuller, sonra da resullerin varisleri olan seçilmiş insanlar.

Tedavi için rehber şarttır

Âlemlere Rahmet Hazreti Muhammed (s.a.a.) yaşadığı dönemde ashabıyla içiçe yaşadığı için oluşan yanlışlara yaşanana ölçü sapmalarına anında müdahale ediyordu. Ancak kendisinin son peygamber olduğunu bildiği ve kıyamete kadar geçerli ölçünün ona vahyedilen Kuran ve kendi uyguladığı sünnetler olduğunu bildiği için kendinden sonra insanların tevhit yolundan ayrılmaması için doğru olan yolu önceden tarif etmiş ve ümmetine de emanet olarak bırakmıştır:

“Size iki emanet bırakıyorum. Onlara yapışırsanız asla sapıtmazsınız. Bunlardan biri, Allah’ın yüce kitabı Kur’an-ı Kerim, diğeri ise Ehl-i Beytim, ıtretimdir” buyuruyor” (Müslim, Sahih, Fedail’us-Sahabe, 36; Darimî, Sünen, II/431-432; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/14, 26, 59).

Hadisi şerifte beyan edilen Tevhit ve hidayet yolunun iki temeli bulunmaktadır. Kur’an ve Ehl-i Beyt. Rehber kitap Kur’an, canlı Kur’an da Ehl-i Beyt’tir. Buradan anlaşılan şudur ki; Kur’an’daki yüce Allah’ın muradını en güzel anlayan, temsil eden ve yaşayan Ehl-i Beyt’tir.

Bir başka hadisi şerifte de tevhit ve kurtuluşun ancak Ehl–i Beyt’e tabi olmakla gerçekleşebileceği işaret edilmiştir:

“Benim Ehl–i Beyt’imin sizin içinizdeki misali, Hz. Nuh’un kavmi içerisindeki Hz. Nuh’un gemisi gibidir. Kim gemiye binerse necat bulur, kim binmezse helak olur.”  Buyurmuştur. (Suyuti, Tefsir–i Hulafa, s.573; Taberani, Mu’cem’ül Kebir, s. 78)

Burada bizim işaret etmek istediğimiz; birlerinin kendine bir isim takması, bir mezhep, bir meşrep yakıştırması değil, tevhit yolundaki imanı ve yaşayışıdır asıl olan. Gerek isim, gerek şahıs, gerek grup, gerek cemaat olarak kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak ve ancak takvadadır. Nerede ve kimin yanında olursa olsun; adınız, kimliğiniz, ne olursa olsun, önemli olan Hud suresi 112’nci. Ayette beyan edildiği üzere “Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol” emrine uymaktır. Öyleyse takvaya tevhitle; tevhide de Ehl-i Beyt’le ulaşıla bilinmektedir.

Değerli dostlar yüzleşme ile başlayan kutlu hadise bakınız eyleme geçince nerden nereye gelmektedir. Öyleyse gerçeğe erişmek isteyen herkse hiç zaman kaybetmeden kendisiyle yüzleşmelidir. Neticeye ulaşmak için de peygamber varisi Kamil insanlara ulaşıp bir an önce tedaviye onların kontrolünde başlamalıdır. Vesselam…

Uğur Kepekçi

 

 

Önerilen Makale

Hakkımı helal etmiyorum

Türk siyasetinde işler, hiç olmadığı kadar farklı mecralarda seyrediyor. Bu süreç ve gelinen nokta sizlere …