Zekât, alanla veren arasında hassas bir ilişkidir. Biri vermekle mükellef, biri de almaya muhtaçtır.
Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın ısrarla üzerinde durduğu “İnsan gönüldür gönül” sırrının önemi burada da önümüze çıkıyor.
Veren bu nükteyi göz önünde bulundurmak zorundadır. Çünkü muhtaç olanın gönlünü kırmakla “kaş yapalım derken göz çıkartmış” olabileceğimizi dikkate almak zorundayız.
Yunus Emre demiyor mu?
“Yunus Emre der hoca. /Gerekse var bin hacca. /Hepisinden iyice. /Bir gönüle girmektir.”
Mal bir nimettir. Zira dünya ve (gereği gibi kullanılırsa) ahirette müminin rahat etmesini sağlar. Nasıl namaz, hac ve oruç vücut nimetinin şükrü ise, zekât da mal nimetinin şükrüdür. Bu nimet sebebiyle kimseye muhtaç olmadığını fakat başkalarını kendisine muhtaç olduğunu gören bir kimse şöyle düşünmelidir:
“O insan da benim gibi Allah’ın kuludur. Beni ona değil de onu bana muhtaç eden Allah’a şükretmeliyim. 0’nu sevmeliyim. Olur ki bu mal bir gece içinde benden alınır. Eğer kusur edersem, ben onun gibi, o da benim gibi yapılır.”
Kendisinin zengin olmasıyla, fakirden üstün olduğunu zanneden insan bilmelidir ki, o fakir kendisinden beş yüz yıl daha önce cennete girecek. Dünyada da fakir daha şereflidir. Zira Allah zengini dünya sıkıntı ve meşgaleleriyle, dünya yükü ve mesuliyetiyle meşgul edip, fakire de vermesini emretmiştir.
Cenab-ı Hak, ayet-i kerimede buyuruyor ki:
“Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirmiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez.” (Bakara /264).
Sadaka verirken ayet-i celîlede geçtiği gibi fakirleri incitmemeli, mesela yüzünü ekşitip, alnını buruşturmamalı, çirkin söz söylememeli, fakir ve dilenciliğinden dolayı onu aşağılamamalı ve ona hakaret edercesine bakmamalıdır.
Yapılan iyiliği başına kakmamak minnet etmemek gerekir. Minnet, cahillikten ileri gelir. Fakire bir şey verdiği zaman ona iyilik ettiğini, ona bir nimet verdiğini, fakirin kendi himayesi altında olduğunu zanneder. Böyle sanmasının belirtileri de fakirin kendisine hizmet yapmasını, işini görmesini, önce selam vermesini ve çok hürmet etmesini beklemesidir.
Aslında fakir zekâtını kabul etmekle ona iyilikte bulunmuştur. Kalbini cimrilik pisliğinden temizlemiş, onu cehennemden kurtarmıştır. Zekâtını vermemesi, mahvına sebep olur. Oysa bir fakir zekâtını alıp onu bu durumdan kurtarınca, üstelik yalvararak zekât vermesi gerekir.
Zekât aslında Allah’a veriliyor, fakir bunu almakla Yüce Allah’ın vekili oluyor. O halde başına kakarak değil, yalvararak fakire vermek gerekir.
Eski İslam büyükleri zekâtı verirken minnet ve başa kakıcılıktan kurtulmak için o kadar titiz davranmışlar ki, fakirin huzurunda ayakta durup, tevazu göstererek ve eğilip büzülerek zekât vermişlerdir. Hatta “bunu benden kabul et” diye yalvarmışlardır.
(Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında İslam İlmihali Zekât, Sayfa 129-132)