KUR’AN VE SÜNNET IŞIĞI ALTINDA BÜYÜK İSLAM İLMİHALİ ZEKÂT / PROF. DR. HAYDAR BAŞ /ANALİZ

İSLAM’IN ESASLARINDAN ZEKÂT

Rabbim nasip ederse, merhum hocamızın ölmez eserleri arasında yer alan zekât eserini okumaya başlıyoruz.

Zekât konusunda değerli hocamızın konusunda eşsiz “Kuran ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali Zekât” eserinden bir analiz yazısı hazırlamayı murat ettik.

Umarız siz değerli dostlarımız bu çalışmadan istifade edecek ve biz de hayır dualarınıza muhatap olmaya çalışacağız.

Deryadan, dağarcığımız nispetinde ne alabilirsek “ya nasip” diyeceğiz. Siz değerli dostlarımızla birlikte zekât deryasından damlalar almaya çalışacağız.

Eserden okumalara başlamadan bir açıklama yapmakta fayda görüyoruz: Geçtiğimiz Ramazan esnasında zekât konusunda takipçilerimizden zekât hakkında aldığımız sorular gerçekten bizleri şok etti.

İnanın zekâtın en temel mevzuları olan; zekâtın oranları hakkında, zekât sorumluluğunun hangi ölçüyle kimlere verilmesi hakkında bile bilgi eksikliği olduğuna şahit olduk.

Çok değerli Haydar Hocamız, halkımızın en temel konularda, hatta gusül abdesti konusunda bile yetersiz olduğunu dile getirerek bilenlerin, halkımıza en temel konularda aydınlatıcı bilgiler vermesinin gerekliliğine işaret etmişti.

Gözlemelerimiz, hocamızın ne kadar haklı olduğunu bir kez daha ispat etmiş oldu.

Allah’a Hamd, Resulüne ve Ehl-i Beyt’ine salat-u selam, Hocamıza hürmet özlem ve minnetlerimizi sunarak zekât okumalarına başlıyoruz.

Muhterem hocamızın zekât şaheserinin önsözünde kendi kitabı hakkındaki beyanını aktararak kitaba giriş yapmakta fayda vardır.

Çünkü bir kitabın önsözü, o kitabın kullanma ve anlama kılavuzudur.

“Daha önce bu sahada kaleme aldığımız “Hac” ve “Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali-Namaz” eserlerinden sonra, Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali-Zekât” eserimiz de sizlerin istifadesine sunuldu.

Bilindiği üzere zekât, İslam’ın beş temel esaslarından biridir. Cenab-ı Hak, Kur’an’ın pek çok yerinde özellikle namaz ile zekâtı zikretmiş ve zengin müminlerin üzerine önemli bir mükellefiyet olarak yüklemiştir.

Allah’ın Sevgilisi de (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde, “İslam beş esas üzerine kurulmuştur. Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed’in (s.a.v.) O’nun elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve Ramazan’da oruç tutmak” buyurmuştur.

Zekât, mali bir ibadet olarak insanın malını temizler. Öyle ki helalinden kazanılan ve zekâtı verilmiş olan mal, Allah’a gidişte bir Burak görevi görür. İnsan zekât, sadaka ve Allah yolunda malı infak suretiyle de nefsini temizler, sevdiklerini Allah yolunda feda etmeyi öğrenir.” (Prof. Dr. Haydar Baş / Kur’an ve Sünnet Işığında İslam İlmihali Zekât /Sayfa 11-14)

 

ZEKÂT ZİKİRDİR

Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın zekât hakkında yazdığı şaheserde gerçekten çok farklı tespitler var. Farklı dememizdeki maksat, zekât hakkında bugüne kadar yazılan eserler arasında gerek tarz olarak gerek bakış olarak farklılık arz ettiği içindir.

Emsallerinde zekat meselesi dış kabuğu içinde sunulmuş, değerli hocamız kabuğu soyup içindeki lezzeti ve sırrını tespit ederek okuyucusuna sunmuştur. Zekat eserinden paylaşmaya devam edelim:

“Esasen, İslam’ın beş şartındaki ve ibadetlerdeki temel husus;

Allah’ı zikir ile O’nu tanımaktır. Ta-Ha Suresi’nin 14. ayetinde, “Hakikaten Benim Ben, Allah; Benden başka ilah yoktur. O halde, bana kulluk et ve Beni zikretmek için namaz kıl” buyurulur. Yine oruç, hac ve konumuz itibariyle zekat ibadetindeki nükte; Allah’ı zikretmek, O’nu hatırlamaktır.

Konu buraya gelmişken bir hususu hatırlatalım. Elinizdeki eserin en önemli ayrıcalıklarından biri; zekat ile zikrullah ibadetlerinin yakın ilişkisini başlı başına bir konu olarak ele almasıdır. Zikredilen özelliğiyle bu sahada yazılan diğer eserlerden çok farklıdır.

Zekat aslında Allah’a verilir, fakir bunu almakla Yüce Allah’ın vekili oluyor. O halde başına kakarak değil, yalvararak fakire vermek gerekir.

Eski İslam büyükleri zekatı verirken minnet ve başa kakıcılıktan kurtulmak için o kadar titiz davranmışlar ki, fakirin huzurunda ayakta durup, tevazu göstererek ve eğilip büzülerek zekâtı vermişlerdir. Hatta “bunu benden kabul et diye” yalvarmışlardır.

Çünkü zekat, zenginin malındaki fakirin hakkıdır.

Dolayısıyla burada minnet edecek olan fakir değil, zengindir. Fakir, zekatı kabul ederek zengini büyük bir yükten, ağır bir sorumluluktan kurtarmakta, adeta ona lütufta bulunmaktadır. Meseleye bu açıdan bakıldığında, zekat, bir toplumda layık-ı veçhile verilirse; başta ekonomik problemler olmak üzere pek çok menfi durum ortadan kalkacaktır.

İmam Rıza (a.s) şöyle buyuruyor: “Zekatın sebebi; fakirlere azık vermek, zenginlerin mallarını ise korumak içindir. Allah-u Teala sağlığı yerinde olanları, afet ve belaya uğrayanların ihtiyaçlarını karşılamakla mükellef kılmıştır. Nitekim Allah-u Teala, ‘And olsun ki mallarınızla, canlarınızla sınanacaksınız’” (Al-i İmran: 186) buyurmuştur.

Mallarla sınama zekat vermekledir, canlarla sınama ise belalar karşısında sabırlı olmaya hazırlanmakladır. Ayrıca, zekat vermede Allah’ın nimetlerinin şükrünü yerine getirmek ve nimetin çoğalmasına da umut vardır; yine zekat vermede fakir ve yoksullara karşı merhamet, şefkat, eşitliğe teşvik, onları takviye etme ve dinî meselelerde onlara yardımda bulunmak vardır. Bu fakirler, zenginler için bir öğüt ve onların ahiret fakirliğini hatırlamaları için de bir ibrettirler. Yine bu fakirler, zenginlerin kendilerine verilmiş olan nimet ve bağışlar karşısında Allah’a şükretmelerine, dua ve yakarışta bulunmalarına ve onlar gibi olmaktan korkmalarına birer teşvik vesilesidirler. Zekat, sadaka, sıla-i rahim ve başkalarına iyilik yapmak gibi birçok konularda da durum aynıdır.”

Ehl-i Beyt İmamlarımız, bu ifadeleriyle; zekatın fert ve toplum nezdinde ne büyük bir kıymet olduğunu en veciz şekilde bize anlatmaktadırlar.

Eserimizde zekatın fıkhi meselelerini dört mezhep imamımıza göre verirken, Ehl-i Beyt Ekolü ‘nün görüşlerini de ekledik.

Görüldüğü gibi, elinizdeki eser; İslam’ın en önemli rükünlerinden olan zekâtı sadece fıkhî boyutuyla ele almıyor, hemen hemen bütün cepheleriyle ele alıyor. Bu zaviyeden bakıldığında eser, zekat hususunda bir başucu kitabı niteliğindedir.” Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve sünnet ışığında İslam ilmihali Zekat, sayfa 11-14).

 

ZEKÂTIN TANIMI

Prof. Dr. Haydar Baş hocamız eserinde, zekat teriminin anlamı, tanımı hükmü hakkında da çok önemli tespitler yaparak işin hikmet cephesini aralamıştır:

Zekat kelimesi sözlükte arıtma, bereketlenme, nemalanma, övme ve temizlenme gibi anlamlara gelir.

Zekat sözcüğü temelde, ‘Yüce Allah’ın bereketinden hasıl olan, ortaya çıkan büyüme ve artış’ anlamına gelir. Dünyevi hem de uhrevî hususlar göz önünde bulundurularak kullanılır. ‘Ekinde bir büyüme veya artış ve bereket hâsıl oldu, ortaya çıktı’ anlamında

Yüce Allah’ın kendisine bahşettiği, kişinin kendi hakkından, olanı çıkarıp fakirlere verdikleri şeye zekat denmiştir. Böyle adlandırılmasının nedeni; ya zekattaki helal bir (yiyeceğe) işaret edilmektedir. Buradan hareketle insanın zekattan beklentisi bereket ve nefsin tezkiyesidir.

Istılahı mânâda ise; bir malın muayyen bir miktarını, Nisaba ulaşmış ve üzerinden Hicri bir yıl geçmiş olan malın bir kısmını hak sahibi olan Müslümanlara (fakirlere ve zekat ayetinde zikredilen zümrelere) Allah-u Teala’nın rızası için tamamen mülkiyetine geçirmek, mülk ederek vermekten ibarettir.

Zekat fakirin, zenginin malı üzerindeki hakkıdır. Kur’an-ı Kerim’de bu husus şu şekilde belirtilmiştir:

“Ve mallarında da dilenen ve yoksul bulunan için bir hak var.” (Zariat, 19)

Enes’ten (radiyallahuanh) rivayetle;

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Kıyamet Günü’nde fakirlerden dolayı zenginlerin vay hâline! Çünkü onlar şöyle diyeceklerdir: ‘Ey Rabbimiz! Bu zenginler bize haksızlık ettiler. Bizim için onlara farz kıldığın hakkımızı vermediler. Allah Teâlâ’da, İzzetim ve Celal’im hakkı için, sizi (Cennet’ ime) yaklaştıracağım, onlar ise uzaklaştıracağım’ buyuracaktır.” Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve alihi) daha sonra, “Onların mallarında dilenen ve yoksul için belirli bir hak vardır.” ayetini okudu.

Ebû Hureyre’ den rivayetle;

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Malının zekatını verdiğin zaman, üzerindeki borcunu ödemiş olursun.”

Zengin, fakirin bu hakkını ödemediği takdirde, zekatı ödenmemiş bir mal, içinde gasp edilmiş, sahibine verilmemiş bir hak bulundurur.

Hz. Aişe’ den rivayetle;

Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu: “Sadaka veya zekat, (verilmeyerek) karıştığı malı mutlaka bozar.”

Bir Hadis-i Şerifte de şöyle buyurulmuştur:

“Mallarınızı zekatla koruyunuz, hastalarınızı sadaka ile tedavi ediniz, bela dalgalarında dua ve yalvarışla karşılayınız.”

Zekat, maldan çıkarılıp ödenmesi gereken bir haktır. Mal ve beden için belli şekil ve miktarda ödenen şeydir. (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve sünnet ışığında İslam ilmihali Zekat, sayfa 23-28)

 

ZEKÂT MALIN KİRİNİ TEMİZLER 

Çağın bilgesi Prof. Dr. Haydar Baş, zekâtın maddi manevi temizlik sebebi olduğu hakkında da önemli açıklamalar yaparak insanın gönlünde zekât vermeyi sevdaya dönüştürüyor:

Allah Resulü (s.a.v.) buyurdu: “Her şeyin bir zekâtı vardır, bedenin zekâtı ise oruçtur. Oruç sabrın yarısıdır.”

İmam Cafer (Aleyhisselam) buyurdu: “Her şeyin bir zekâtı vardır. İlmin zekâtı da onu ehline öğretmektir”

“Nimetin zekâtı ihsandır. Makamın zekâtı arabuluculuktur. Bedenin zekâtı hastalıktır. Zaferin zekâtı affetmektir. Zekât, verilen şeyi ise zayi olmaktan kurtarır”

Zekât, mali bir ibadet olarak insanın malını temizler. Öyle ki, helalinden kazanılan ve zekâtı verilmiş olan mal, Allah’a gidişte bir Burak görevi görür. İnsan zekât, sadaka ve Allah yolunda mali infak suretiyle de nefsini temizler, sevdiklerini Allah yolunda feda etmeyi öğrenir.

Bütün bunlar, kulluk çerçevesinde Allah’a yaklaştıran vesilelerdir.

Allah Resulü! Bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurdu: “Allah, zekâtı ancak, kalan mallarınızın (kirinin) aklanması için farz kılmıştır. Allah, sizden sonrakilere kalması için mirası farz kılmıştır.”

Zekâta aynı zamanda sadaka da denir. Zekâta sadaka denilmesinin iki sebebi vardır. Birincisi; malın temizlenip artması, ikincisi de imanda sadakat ve kemale delalet etmesidir. Zekât, kulların kulluktaki sadakatlerine delalet eder. Bu yönüyle zekâta “sadaka” da denilmiştir. Bununla beraber sadaka tabiri zekâttan daha umumidir. Vacipleri, nafileleri de içine almaktadır.

İbadetlerde temel husus, insanın Allah’ı unutmaması, devamlı Cenabı Hak ile beraber olmasıdır. Bu, namazda da böyledir, oruçta da böyledir, hac ve zekâtta da böyledir. Allah’ı unutmamak içindir.

Bütün bunlar sürekli Cenabı Hakk’ı yaşamak, O’nunla beraber olmaktır.

İbadetler; yalnız bedenle yapılanlar (namaz, oruç gibi).

Yalnız mal ile yapılanlar (zekât, sadaka, kurban gibi). Veya hem beden hem de mal ile yapılanlar (hac ve umre gibi). Olmak üzere üçe ayrılır.

Esasen ibadetlerin temelinde iki ana espri vardır.

Bunlardan bir tanesi ve en önemlisi; kul olmamız gerekçesiyle ve de Cenabı Hakk’ın rızasını kazanmamız kastıyla bütün ibadetlerdir. Eğer bir ibadette, Allah’ın rızasını kazanma ve ibadet etme niyeti, maksadı yoksa, ne yaparsak yapalım, bir hiçten ibarettir. Yani çok mükemmel bir şekle bürünsek dahi, eğer niyetimiz Allah’a kul olmak, O’nun rızasını kazanmak değilse, bunların tamamı bir hiçtir.

İkinci hâl ise; bütün ibadetlerin hem kulluğa yönelik bir tarafı hem de insanın nefsini tezkiye eden bir yönü vardır. Dikkat edilirse, ibadetlerdeki bu iki ana espri birbirinin tamamlayıcısıdır. Yani Allah’a kulluğun yanında o insanın mutlaka kemale ermesi söz konusudur. Mesela emredilen namazı kaldığımızda hem Allah’a kul oluyoruz hem de o kulluk esnasında nefsimizi tezkiye, terbiye yapıyoruz.

Hacca da oruca da zekâta da namaza da bu mantıkla bakınca işin sırrına vakıf olunmaktadır.  Rabbim sırrına vakıf olmayı nasip eylesin. Amin. (Prof. Dr. Haydar Baş, Kuran ve sünnet ışığında İslam İlmihali Zekât, Sayfa 23-28)

 

ZEKÂTIN HÜKMÜ

Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın zekât eserinden bu makalemizde de zekâtın hükmü hakkındaki tespitlerini aktaracağız.

Zekât, İslam’ın beş rüknünden biridir. Gerekli şartları taşıyan kimselerin zekât vermeleri farzı ayındır. Zekât, Hicret’in ikinci yılında farz kılınmıştır. Farz oluşu Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabittir.

Kitap’taki delili şu ayeti kerimelerdir:

“Namazı tam kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin.” (Bakara / 43).

“Namazı kılın, zekâtı verin, önceden kendiniz için yaptığınız her iyiliği Allah’ın katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür. (Bakara /110).

Hac suresinde de Cenabı Hakk cihatla zekâtı bir arada zikretmiştir:

“Allah uğrunda, hakkını vererek cihat edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi, babanız İbrahim’in dininde (de böyleydi). Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur’an’da) size ‘Müslümanlar adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. Ne güzel Mevlâ’dır ne güzel yardımcıdır!” (Hac / 78).

Hac suresindeki ayette de zekât; namaz, Allah’a ve Resulüne itaat ve Ehl-i Beyt’le birlikte zikrediliyor:

“Evlerinizde oturun, eski cahiliye adetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Resulüne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”

Mücadele suresinde de zekâtı Allah, kendine “gönül hoşluğuyla verilen borç” olarak beyan etmektedir.

“O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a gönül hoşluğuyla ödünç verin. Kendiniz için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu bulursunuz; hem de daha üstün ve mükafatça daha büyük olmak üzere. Allah tan mağfiret dileyin, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.” (Mücadele / 20).

Zekâtın sünnet olarak delili de vardır elbette. Zekât hakkındaki hadis te şudur:

“İslam beş esas üzere kurulmuştur. Allahtan başka İlah olmadığına ve Muhammed’ in (s.a.v.) O’nun elçisi olduğuna şehadet etmek namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve Ramazan’da oruç tutmak.”

İbn Abbas’ tan (r.a.) rivayetle; Allah Resulü (s.a.v.), Muaz’ı Yemen’e gönderdiği zaman, ona şöyle buyurdu:

“Sen Ehl-i Kitap olan bir kavme gidiyorsun. Onları davet edeceğin ilk şey, Allah’a kulluktur. Bunu öğrendiklerinde onlara Allah’ın gece ve gündüz beş vakit namaz kılmayı farz kıldığını bildir. Bunu kabul edip uygulamaya başladıklarında, Allah’ın onlara mallarında zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek olan zekâtı farz kıldığını bildir. Zekât alırken halkın gözünde kıymetli olan malları istemekten sakın. Mazlumun bedduasından da kaçın. Çünkü onun bedduası ile Allah arasında perde yoktur.” (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve sünnet ışığında İslam İlmihali Zekât, sayfa 29-32).

Bakınız değerli dostlarım, muhterem Prof. Dr. Haydar Baş hocamız ne kadar önemli noktalara temas ediyor, hem de inceden inceye…

 

ZEKÂT AĞIR BİR YÜKTÜR

Değerli dostlarım, zekât söz olarak 2 hece, söylemek dile kolaydır. Ama zekâtın gereğini yerine getirmek, gerçekten de zordur. Ve hakkıyla zekât vermek de her babayiğidin harcı değildir.

İddia başka ispat başkadır. Bu ince noktalarda bizleri bilgilendiren ve uyaran Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın tespitlerine yer verelim müsaadenizle:

İmam Cafer (Aleyhisselam) buyuruyor ki: “Yüce Allah’ ın bu ümmete farz kıldığı en ağır yükümlülük zekattır. Nitekim bu ümmetin büyük çoğunluğu zekât konusunda helak olacaktır. Malın karada ve denizde zayi olması ancak zekât verilmemesi yüzündendir. Bir kuşun avlanması da ancak Allah’ın tesbihini ihmal etmesi yüzündendir.

Ali b. Hamza anlatıyor:

İmam Cafer es-Sadık ve İmam Musa Kazım (Aleyhisselam) buyurmuşlardır ki: “Kaim Mehdi (Aleyhisselam) zuhur ettiği zaman, daha önce yürürlükte olmayan üç hükmü yürürlüğe koyar. Zina eden yaşlı adamın ve zekâtı vermeyenin öldürülmesine hükmeder. Ve gölgesi olan her şeyde kardeşi kardeşe mirasçı yapar.

İmam Rıza (Aleyhisselam) zekât konusunda şöyle derdi: “Allah, üç şeyi üç şeyle bağlantılı olarak emretmiştir. Namaz kılmakla zekâtı birlikte emretmiştir. Namaz kılıp da zekât vermeyenin namazı kabul edilmez.”

Hicret’ in ikinci yılından günümüze kadar her zaman ve her yerde Müslümanlar zekâtın farz bir ibadet olduğu hususunda görüş birliği etmişlerdir. Sahabeler, zekât vermeyenlerle savaşmışlardır.

Bir kimsenin zekâtı bilerek inkâr etmiş olmasıyla o, ancak Kitabı ve Sünneti yalan saymış ve inkâr etmiş olmaktadır.

Zekât eserinde, Muhterem Haydar hocamızın insanların zekât konusunda nefislerinin birçok tuzağına düştüğünü de haber vermiştir. İslam’ın zekât ibadeti hakkında insanların aldandıkları iki konunun altını çizmiş ve ikaz etmiştir:

  1. Zekâtın farz olduğunu inkâr eden dinden çıkar.
  2. Zekâttan kurtulmak için hile yapmak haramdır.

Örneğin, sene sonu gelmeden kişinin bir malını yakınına hibe etmesi ve sonra geri alması veya nisap miktarı malın değişik bir cins mal ile değiştirilmesi gibi… (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve sünnet ışığında İslam İlmihali Zekât, sayfa 40-43).

Çevremize bir baktığımız zaman zekât konusunda insanların genel eğiliminin vermekten değil de birçok hileye baş vurarak vermemek üzerine bir hayat felsefesi kurduğunu görürüz.

Halbuki sana verilen ve fakirlere verilmek üzere emanet edilen fakirin hakkı olan zekât konusundaki aldanışın, ahirette başımıza ne büyük belalar açacağını bilsek; herhalde zekât vermek konusunda birbirimizle yarışa girerdik.

 

ZEKÂTIN SEBEBİ VE VERMEYENİN GÜNAHI

Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın “çağın bilgesi” vasfını ortaya koyduğunu hemen her konuda görmek mümkündür.

Zekât şaheserinde, zekâtın sebebini ve zekâtı vermeyenleri bekleyen tehlikeleri gayet anlaşılır bir tarzda ortaya koymasındaki feraset insanı hayran bırakıyor:

İmam Rıza (a.s) şöyle buyuruyor: “Zekâtın sebebi; fakirlere azık vermek, zenginlerin mallarını ise korumak içindir. Allah-u Teâlâ sağlığı yerinde olanları, afet ve belaya uğrayanların ihtiyaçlarını karşılamakla mükellef kılmıştır.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âl-i İmran suresi 186. ayette zekât konusunda da imtihan olunacağımızı beyan etmektedir: “And olsun ki mallarınızla, canlarınızla sınanacaksınız.”

Mallarla imtihan olmak, zekât vermekledir. Canlarla imtihan ise belalar karşısında sabırlı olmaya hazırlanmakladır. Ayrıca, zekât vermede Allah’ın nimetlerinin şükrünü yerine getirmek ve nimetin çoğalmasına da umut vardır.

Yine zekât vermede fakir ve yoksullara karşı merhamet, şefkat, eşitliğe teşvik, onları takviye etme ve dinî meselelerde onlara yardımda bulunmak vardır.

Bu fakirler, zenginler için bir öğüt ve onların ahiret fakirliğini hatırlamaları için bir öğüt ve onların ahiret fakirliğini hatırlamaları için de ibrettir.

Yine bu fakirler, zenginlerin kendilerine verilmiş olan nimet ve bağışlar karşısında Allah’a şükretmelerine, dua ve yakarışta bulunmalarına ve onlar gibi olmaktan korkmalarına birer teşvik vesilesidirler.

Zekât, sadaka, sıla-i rahim ve başkalarına iyilik yapmak gibi birçok konularda da durum aynıdır.

Zekât vermenin farz olduğu ve zekât vermekle yükümlü olduğu halde bu yükümlülüğünün gereğini yapmayanlar için büyük bir azap hazırlandığı, Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde bildirilmektedir.

“Namazı tam kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin.” (Bakara / 43).

“Namazı kılın, zekâtı verin, önceden kendiniz için yaptığınız her iyiliği Allah’ın katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür.”  (Bakara / 110)

Zekâtı vermeyenleri ahirette bekleyen tehlikelerde şöyle beyan edilmiştir:

“…Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu işte onlara Elem verici bir azap müjdele!” (Tevbe / 34).

Zekât vermeyenleri bekleyen musibetler hakkında bir de hadis paylaşalım:

“Kimin malı olup da zekâtını vermezse o mal, Kıyamet günü sahibi için dazlak başlı ve iki gözü arasında kara bir nokta bulunan büyük bir ejderha şeklinde gelip boynuna dolanacak ve onu iki dudağı ile yakalayarak şöyle diyecektir: ‘Ben biriktirip de zekâtını vermediğin malınım.’

Sonra da Al-i İmran 180. Ayeti okudu: “Allah’ ın bol nimetlerinden verdiklerinde cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Bilakis bu onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şey kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır.”

(Prof. Dr. Haydar Baş / Kur’an ve Sünnet Işığında İslam İlmihali Zekât /Sayfa 45-71)

 

EHL-İ BEYT’İN ZEKÂT HAKKINDAKİ SÖZLERİ

Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın “zekât” kitabının önsözünde bu eseri emsallerinden ayıran özelliğinden şöyle bahsetmiştir:

“Eserimizin önemli farklarından bir diğeri; zekât gibi önemli bir ibadette Ehl-i Beyt’in nasıl davrandığını bol örnekle vermesidir.

Maalesef bu sahada yazılan eserlerde; Allah için vermede/ cömertlikte zirve olan ve bu özellikleri pek çok ayetle teyit edilen Ehl-i Beyt’e yer verilmemektedir. Bu büyük bir noksanlıktır.

Halbuki gerek Allah’ın Kitabı Kur’an’da gerekse Resülullah Efendimizin hadislerinde Ehl-i Beyt’in cömertliği övülmüş, bu hususta hiç kimsenin onlara erişemeyeceği açıkça beyan edilmiştir.

Biz de bundan hareketle, onların eşsiz cömertliğini gösteren pek çok örneği eserimize aldık.

Ayrıca, zekâtın fıkhî meselelerini dört mezhep imamımıza göre verirken, Ehl-i Beyt Ekolü ‘nün görüşlerini de ekledik.”

Bu çerçevede, gerçekten de aşağıda örneklerini göreceğimiz tespitlerin insanımızdan bugüne kadar gizlenmesi çok büyük bir eksikliktir.

Ebu Basir, İmam Cafer es-Sadık ‘tan şöyle nakletmiştir:

“Bizim taraftarımız takva ve çaba ehlidir. Vefa ve emanet ehlidir. Züht ve ibadet ehlidir, gece ve gündüz boyu (farz ve nafileden oluşan) 51 rekât namaz ehlidir. Onlar gece ibadet eder, gündüzleri oruç tutarlar. Mallarının zekâtını verir ve Beytullah’ın haccını yerine getirirler. Ve her haramdan kaçınırlar.”

İmam Muhammed Bakır (Aleyhisselam) şöyle buyurmuştur: “Resülullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: Beş şey vardır ki, onları gördüğünüz zaman onlardan Allah’a sığının. Bir kavimde fuhuş yaygınlaştığında bunu açıktan işlemeye başlarlarsa, veba salgını ve geçmiş hiçbir millette rastlanılmayan hastalıklar, ağrılar aralarında yaygınlaşır. Bir kavim terazi ve ölçüyü eksik tartarlarsa, mutlaka kuraklıklarla, ağır ihtiyaçlarla ve zalim sultanlarla cezalandırılır. Bir kavim zekâtı vermezse, gökten üzerlerine yağmur yağdırılmaz. Eğer hayvanlar olmasaydı, bir damla yağmur yüzü görmezlerdi. Bir kavim, Allah’ın ve Resulünün (s.a.v.) ahdini çiğnerlerse, Allah onların başlarına düşmanlarını musallat eder ve bu düşmanlar ellerindeki şeylerin bir kısmını alırlar. Bir kavim Allah’ın indirdiğinden başka bir şeyle hükmederse, Allah aralarında şiddetli bir harp meydana getirir”

İmam Bakır (Aleyhisselam) zekât vermeyenler ile ilgili olarak şunları buyurmuştur:

“Yüce Allah, kıyamet günü bazı insanları kabirlerinden kaldırır. Bunların elleri boyunlarına bağlanmıştır. Onunla bir parmak kadar bir şey dahi tutamazlar. Beraberlerinde melekler vardır, onlar çok sert şekilde ayıplayıp, azarlarlar. Şöyle derler: Bunlar karşılığında, elde edecekleri çok hayır olduğu halde, az bir hayrı vermediler. Bunlar Allah’ in kendilerine mal bağışladığı kimselerdir. Ama onlar mallarında Allah’a ait olan hakları vermediler.”

İmam Bakır (Aleyhisselam) şöyle buyurmuştur:

“Ali Aleyhisselamın kitabında; Resulullah’ın (s.a.v.) şöyle buyurmuş olduğunu gördüm: Bir topumda zina ortaya çıkarsa aniden ölümler artar; tartılarda hilekârlık yapılırsa hayat pahalılığına ve mal kıtlığına duçar olurlar; zekât vermezlerse yeryüzü ekin, meyve ve madenî zenginliklerden onları mahrum kılar. Allah’ın hükümlerinde zulme başvururlarsa, zulüm ve tecavüze katkıda bulunmuş olurlar. Söz ve anlaşmalarını bozduklarında da Allah onlara düşmanlarını musallat eder, sıla-ı rahimde bulunmazlarsa, malları kötü kimselerin elinde kalır, iyiliği emretmez ve kötülükten sakındırmazlar ise ve biz Ehl-i Beyt’in iyilerine uymazlarsa, Allah, onlara kötü insanları musallat eder, bu takdirde de onları kendi hallerine bırakır ve dualarını asla kabul etmez.” (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali Zekât, Sayfa 69-71)

 

ZEKÂT VERMENİN FAZİLETLERİ

Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın “Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslâm İlmihali Zekât” eserinden nasiplenmek adına zekât okumalarına devam ediyoruz.

Bu bölümde de zekâtın faziletlerini, verene neler kazandıracağını, dünyevi ve uhrevi kazanımlarını aktarmaya çalışacağız. İnşallah.

Cenab-ı Hak buyurdu ki: “Namazı kılın, zekâtı verin, önceden kendiniz için yaptığınız her iyiliği Allah’ın katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür” (Bakara/110).

De ki: “Rabbim dilediği kimsenin nasibini bollaştırır, dilediğinin nasibini de kısar. Siz hayır yolunda her ne harcarsanız Allah Onun yerini doldurur. O rızık verenlerin en hayırlısıdır.” Sebe/39.

“Allah’ın Kitabını okuyup ona uyanlar, namazı hakkıyla ifa edenler ve kendilerine nasip ettiğimiz imkânlardan, gizli ve aşikâr olarak hayır yolunda harcayanlar, ziyan ihtimali olmayan bir ticaret umarlar ” (Fatır/39).

“O halde sen, akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allah’ın rızasını isteyenler için bu, en iyisidir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” Rum/38).

Hz. Fâtıma (Aleyhisselam) buyurdu ki: “Allah sizin için imanı, şirkten arınmak; namazı büyük günahlardan temizlenmek, zekâtı nefsi temizlemek ve rızkı genişletmek; orucu ihlası kalıcılaştırmak, Haccı dini ayakta tutmak ve adaleti, kalpleri uzlaştırma aracı kıldı.”

Allah resulü bir hadislerinde de “zekât vermek, günahlardan temizlenmeye bir vesiledir” buyurur.

Kur’an-ı Kerimde zekât verenler için ahirette korku ve üzüntünün olmayacağı müjdesi vardır.

“İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükafatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler.” (Bakara /277).

Zekâtı verenlerin mahşerin şiddetinden muhafaza olunacağı hakkındaki şu ayete de verilmek istenen mesajı çok iyi anlamaya çalışmak lazımdır:

“Onlar ne ticaret ne alışverişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (Nur/37)

Verilen sadakaların geri çevrilmeyeceği müjdesi verildiği halde insanların bu denli kârlı alışverişten neden kaçındığının izahı gerçekten de zor olsa gerektir:

“Allah’ın, kullarının tevbesini kabul edeceğini, sadakaları çevirmeyeceğini ve Allah’ın tevbeyi çok kabul eden ve pek esirgeyen olduğunu hâlâ bilmezler mi?” (Tevbe /104).

İmam Cafer Sâdık (Aleyhisselam) “Kullarının tevbesini kabul eder, sadakalarını alır” Tevbe suresi 9. ayetle ilgili olarak dedesi İmam Zeyneabidin’den şöyle rivayet eder: “Ben garanti ediyorum ki, sadaka kulun eline geçmeden, Rabbin eline geçer.” Ve şöyle der: “Hiçbir şey yoktur ki, Allah ona bir meleği vekil kılmış olmasın. Sadaka hariç. Sadaka doğrudan Allah’ın eline geçer.”

Bu sebeple Ehli Beyt imamları sadaka verirken onu öper tazimle ihtiyaç sahibine uzatırlardı. Sadakayı verirken onu aracısız olarak Allah’a sunulmuş hediye olarak görmek ve yaşamak budur işte…” (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali Zekât, Sayfa 79-90).

 

ZEKÂT VE SADAKANIN KAPSAMI

Zekât ve sadaka hakkında beyan edilen ilahi buyruklardan sadaka kavramının kapsamının inanılmaz derecede geniş olduğunu anlıyoruz.

Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın Zekât eserinde bu konuda örnekler gayet çoktur. Birkaçını paylaşarak bilgilerimizi artıralım:

Allah Resulü (s.a.v.) buyurdu: “İyilikler yapmak, kötü felâketleri önler. Gizli verilen sadaka, Rabbin gazabını söndürür. Sıla-i rahim ömrü artırır.”

Allah Resulünün birkaç hadisi şerifini daha paylaşalım:

“Sadaka, Rabbin öfkesini söndürür ve kötü ölüme engel olur.”

“Kulların sabaha çıktıkları hiçbir gün yoktur ki, iki melek inip biri, ‘Allah’ım! İnfak eden kimsenin infak ettiği malın yerine daha iyisini ver’; öbürü, ‘Allah’ım! İnfak etmeyip elinde tutanın (cimrinin) malına telef ver’ demesinler.

Kişinin kendi aile efradına dahi yaptığı harcamaların sadaka hükmünde olduğunu beyan eden şu ahdisi şerif de çak manidardır:

“Bir Müslüman karşılığını Allah’tan umarak çoluk çocuğunu bir harcama yaparsa bu, onun için sadakadır.”

Peygamberimiz bir hadislerinde de zekât ve diğer güzel ameller yapan hanımların özel bir şefaate mazhar olacağını da haber veriyor:

“Beş vakit namazlarını kılan, Ramazan ayında oruç tutan Allah’ın evini ziyarete eden, malının zekatını veren, kocasına itaat eden ve Ali’yi seven her kadın, Fatıma’nın şefaati ile cennete girecektir.”

İmam Cafer Sadık(Aleyhisselam) rivayet eder:

“Mü’min kul kabrine konulduğu zaman namaz sağında, zekât solunda durur. İyilik de (üzerine uzanıverir, Sabır ise bir kenarda bekler. Sorgu melekleri yanına geldikleri zaman sabır namaza, zekâta ve iyiliğe der ki: Sahibinizden ayrılmayın, eğer onu savunmaya gücünüz yetmezse, benim gücüm yeter”

İmam Rıza, Ehl-i Beyt’i ve İmam Ali’yi sevenleri de şöyle vasfeder:

“Bizi sevenler namaz kılan, zekât veren, Beytul Harem-ı ziyaret eden, Ramazan ayında oruç tutan, Ehl-i Beyt’i sevip dost edinen (onları inanç ve yönetim bazında önder kabul eden) ve onların düşmanlarından teberri eden (dini ve siyasi bağlarını kesen) kimselerdir. İşte bunlar iman ve takva ehlidir. Günahlardan sakınan muttakiler bunlardır.” (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında İslam İlmihali Zekât, Sayfa 90-125).

Değerli dostlarım, zekât deyip geçmemek lazımdır. Gerçekten zekâtın dünyada ve ahirette çok önemli fonksiyonlarının, faziletlerinin olduğunu öğrenmiş olduk. Bu konuda bizleri değerli bilgileriyle bilgilendiren Haydar Baş hocamızdan Rabbim razılığını artırsın.

 

SADAKANIN SAĞLADIĞI FAYDALAR

İslam’da zekât ve sadaka konusu başlı başına bir sosyal denge, sosyal adalet unsurudur.

Büyüklerimiz derler ki;

Allah bu dünyada her yarattığının rızkını taksim etmiştir. İmtihan gereği kimine az, kimine çok; kimini zengin, kimini fakir yaratarak çok farklı maksatlar murat etmiştir.

Fakire az verir şükretmesini ister…

Zengine çok verir, emaneti sahibine teslim etmesini ister….

Zekatını hakkıyla vermeyen zengin, fakire verilmek üzere Allah tarafından kendisine verilen emanete ihanet ederek, sosyal dengenin de bozulmasına sebep olmuştur.

Eğer dünyada zenginler fakirin hakkını verseler dünyada fakirlik diye bir şey kalmazdı. Zenginler düştükleri gafletten haberdar değiller. Eğer ahirette emanete ihanetten yargılanacaklarını bilseler, zenginler köşe bucak fakir ararlar ve haklarını teslim ederlerdi.

Sadakanın verilmesi sosyal adaletin sağlanmasına ne kadar büyük katkı sağladığını, verilen kimseden çok, taşınılan niyetin daha önemli olduğu hakkında bir hadisi şerif paylaşarak farklı bir ufuk turu yapmaya çalışalım:

Allah Resulü (s.a.v.) buyurdu:

“Bir adam, (bu gece) ‘mutlaka bir sadaka vereceğim’ diyerek çıktı ve (farkında olmadan) bir hırsıza sadaka verdi. Sabah olunca, ‘Bu gece bir hırsıza tasadduk edilmiş’ diye dedikodu yaptılar.

Bunu üzerine adam şöyle dedi: ‘Allah’ım! Hırsıza verdiğim sadakadan dolayı sana hamd olsun.’ Sonra, ‘Mutlaka bir sadaka vereceğim’ dedi.

(O gece) çıktı ve (yine farkında olmadan) bir zina eden kadına sadaka verdi. Sabah olunca herkes, ‘Bu gece zina eden bir kadına sadaka verilmiş’ diye dedikodu yaptılar.

Bunun üzerine adam, ‘Allah’ım! Zina eden bir kadına sadaka verdiğim için sana hamd olsun’ dedi.

Adam, (mutlaka) ‘bir sadaka vereceğim’ dedi. (O gece de) çıktı ve (yine farkında olmadan) bir zengine sadaka verdi. Sabah olunca herkes, ‘bu gece bir zengine sadaka verilmiş’ diye konuştular.

Bunu üzerine söyle dedi: ‘Allah’ım! Hırsıza, zina eden kadına ve zengine verdiğim sadakadan dolayı sana hamd olsun.

(Daha sonra rüyasında) kendisine şu açıklama yapıldı: Hırsıza sadaka vermen, belki ondan onu vaz geçirir, Zina eden kadına sadakan, belki onun bundan sonra zinadan uzaklaşıp iffetli kalmasını sağlar. Zengine verdiğin sadaka da ona bir ders olur ve o da artık yoksulları gözetip ve onlara Allah’ın kendisine verdiklerinden sadaka verir.” (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında İslam İlmihali Zekât, Sayfa/101).

Bu sebeple verilen sadaka her halde sosyal hayatta pozitif katkı sağladığı aşikârdır. Önemli olan sosyal adalet ve Allah’ın rızasını gözetmek adına iyi niyetle davranışlar sergilemektir.

Şu hadisi şerifle bu konumuzu da tamamlamış olalım:

Enes (r.a.) den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

“Din kardeşin zalim de olsa, mazlum da olsa ona yardım et.”

Bir adam:

-Ya Resülullah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim. Ama zalimse ona nasıl yardım edeyim, söyler misin? dedi. Peygamberimiz:

“Onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir” buyurdu.  (Buhari, Mezalim 4)

 

ZEKÂTIN HAKKI VE ADABI

Zekâtın hakkı ve adabı hakkında gerçekten de çok önemli bir konuyu şahsen Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın zekât şaheserinden başka bir yerde bulmak mümkün değildir. Konunun akışı içerisinde sizler de fikrimi destekleyeceğinize inanıyorum:

İmam Zeynelâbidin (Aleyhisselam) buyurdu ki:

“Zekâtın hakkına gelince; onun, Rabbin katında kendin için bir yatırım; yanına bıraktığın ve şahitlere ihtiyaç duymayacağın bir emanetin olduğunu bilmendir. Bunu böyle bilince, gizli verdiğine açık olarak verdiğinden daha çok ümit bağlamış olursun; herkesten gizli olarak Allah’a teslim ettiğini herkese ilan etmezsin. Bu konu seninle Rabbin arasında sır olarak kalır.

Zekât ve sadaka olarak kullarına verip O’na bir emanet gibi teslim ettiklerine, herkese göstererek ve duyurarak adeta şahit tutma ihtiyacı hissetmez, böylece emanetini sanki sana iade etmeyecekmiş gibi Allah’a itimatsızlık edip âciz kulların gözüne girmeye çalışmazsın.

Sonra, sanki gerçekte senin malınmış gibi verirken minnet edip hiç kimsenin başına kakmazsın. Zira onunla minnet ettiğinde, asIında karşı taraf gözünde kendini küçük ve gözden düşürmüş olursun. Ayrıca, bu senin o zekât ve sadakayı gerçek menfaatin için vermediğinin bir işaretidir. Çünkü eğer gerçekten ahireti düşünseydin, kimseye minnet edip başa kakmazdın. Kuvvet ve başarı sadece Yüce Allah’ tandır.”

Din edepten ibarettir. Her ibadetin kuralları olduğu gibi, riayet edilmesi gereken edebi de vardır. İbadetler Allah’ı anmak, hatırlamak, tanımak, rızasına kavuşmak için yapılır.

Namazı Allah’ı hatırlamak için kılıyoruz. Orucu, Allah’ı bilmek, hatırlamak için tutuyoruz. Haccı, Allah’ı hatırlamak, O’nun beytini tavaf etmek, ziyaret etmek için yapıyoruz. Yani ibadetlerin temelinde olan hikmet Allah’ı tanımaktır, unutmamaktır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

“Muhakkak ki ben, yalnızca Ben Allah’ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; Beni anmak için namaz kıl.” (Taha /14) Yani namazdan murat, maksat Allah’ı zikirdir. Onun için gaflet hâlinde kılınan namaz da namaz değildir. Gaflet hâlinde kılınan namaz, kılanın huylarını, davranışlarını, tabiatını etkilemez.

Cenab-ı Hak; bir ayeti kerime de: “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. (Namazlarından gâfildirler)” buyuruyor. “Ne yaptığını bilmeden namaz kılanlara yazıklar olsun” diyor. Demek ki, ibadetlerde temel husus, insanın Allah’ı unutmaması, devamlı Cenabı Hak ile beraber olmasıdır. Bu namazda da böyledir, oruçta da böyledir, hac ve zekâtta da böyledir. Allah’ı unutmamak içindir. Bütün bunlar sürekli Cenabı Hakk’ı yaşamak, O’nunla beraber olmaktır. (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında İslam İlmihali Zekât, Sayfa/127-130).

 

ZEKÂT VERİRKEN İNCİTMEYİN

Zekât, alanla veren arasında hassas bir ilişkidir. Biri vermekle mükellef, biri de almaya muhtaçtır.

Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın ısrarla üzerinde durduğu “İnsan gönüldür gönül” sırrının önemi burada da önümüze çıkıyor.

Veren bu nükteyi göz önünde bulundurmak zorundadır. Çünkü muhtaç olanın gönlünü kırmakla “kaş yapalım derken göz çıkartmış” olabileceğimizi dikkate almak zorundayız.

Yunus Emre demiyor mu?

“Yunus Emre der hoca. /Gerekse var bin hacca. /Hepsinden iyice. /Bir gönüle girmektir.”

Mal bir nimettir. Zira dünya ve (gereği gibi kullanılırsa) ahirette müminin rahat etmesini sağlar. Nasıl namaz, hac ve oruç vücut nimetinin şükrü ise, zekât da mal nimetinin şükrüdür. Bu nimet sebebiyle kimseye muhtaç olmadığını fakat başkalarını kendisine muhtaç olduğunu gören bir kimse şöyle düşünmelidir:

“O insan da benim gibi Allah’ın kuludur. Beni ona değil de onu bana muhtaç eden Allah’a şükretmeliyim. 0’nu sevmeliyim. Olur ki bu mal bir gece içinde benden alınır. Eğer kusur edersem, ben onun gibi, o da benim gibi yapılır.”

Kendisinin zengin olmasıyla, fakirden üstün olduğunu zanneden insan bilmelidir ki, o fakir kendisinden beş yüz yıl daha önce cennete girecek. Dünyada da fakir daha şereflidir. Zira Allah zengini dünya sıkıntı ve meşgaleleriyle, dünya yükü ve mesuliyetiyle meşgul edip, fakire de vermesini emretmiştir.

Cenab-ı Hak, ayet-i kerimede buyuruyor ki:

“Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirmiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez.” (Bakara /264).

Sadaka verirken ayet-i celîlede geçtiği gibi fakirleri incitmemeli, mesela yüzünü ekşitip, alnını buruşturmamalı, çirkin söz söylememeli, fakir ve dilenciliğinden dolayı onu aşağılamamalı ve ona hakaret edercesine bakmamalıdır.

Yapılan iyiliği başına kakmamak minnet etmemek gerekir. Minnet, cahillikten ileri gelir. Fakire bir şey verdiği zaman ona iyilik ettiğini, ona bir nimet verdiğini, fakirin kendi himayesi altında olduğunu zanneder. Böyle sanmasının belirtileri de fakirin kendisine hizmet yapmasını, işini görmesini, önce selam vermesini ve çok hürmet etmesini beklemesidir.

Aslında fakir zekâtını kabul etmekle ona iyilikte bulunmuştur. Kalbini cimrilik pisliğinden temizlemiş, onu cehennemden kurtarmıştır. Zekâtını vermemesi, mahvına sebep olur. Oysa bir fakir zekâtını alıp onu bu durumdan kurtarınca, üstelik yalvararak zekât vermesi gerekir.

Zekât aslında Allah’a veriliyor, fakir bunu almakla Yüce Allah’ın vekili oluyor. O halde başına kakarak değil, yalvararak fakire vermek gerekir.

Eski İslam büyükleri zekâtı verirken minnet ve başa kakıcılıktan kurtulmak için o kadar titiz davranmışlar ki, fakirin huzurunda ayakta durup, tevazu göstererek ve eğilip büzülerek zekât vermişlerdir. Hatta “bunu benden kabul et” diye yalvarmışlardır. (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında İslam İlmihali Zekât, Sayfa 129-132).

 

YEMEDİĞİNİZİ SADAKA VERMEYİN!

Zekât ve sadaka verme noktasında, verme konumunda olanlarının çoğunun yanlış davranışı, kendi yemediğini ya da kendi artığını başkalarına paylaşmaktır.

Bu konuda da Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın Zekât eserinden paylaşımlar aktararak aydınlanmaya çalışalım:

Zekâtı verirken, malın iyi, güzel ve helal olanından vermelidir, içinde şüphe taşıyan şey ibadete layık olmaz. Yüce Allah temizdir, ancak temizi kabul eder. Cenab-ı Hak, ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Kazandığınız şeylerin ve yerden sizin faydanız için bitirdiğimiz ürünlerin temiz ve güzel olanlarından Allah yolunda harcayın. Siz göz yummadan, içinize yatmaksızın almayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkmayın! İyi bilin ki; Allah Gani’dir, Hamid’dir.” (Kimseye ihtiyacı yoktur, bütün övgülere layıktır.”(Bakara/ 276).

Verilecek sadakanın zekâtın mutlaka gönül hoşnutluğuyla olmasının gereğini Allah Resulü (s.a.v.) buyurdu:

“Kim gönül hoşluğu ile helalinden -ki Allah ancak güzel ve helâl olanı kabul eder- bir sadaka verirse, Rahman onu sağ eline alır. Verilen bu sadaka hurma bile olsa Rahman’ in elinde büyüyüp çoğalır, sonunda dağ gibi olur; tıpkı sizden birinin tayını veya buzağısını büyütmesi gibi.”

Malik’ten (r.a.) rivayetle; Allah Resulü (s.a.v.), elinde asasıyla çıktı.  Baktı ki bir adam kalitesiz yaş ve kuru (karışık) hurma asmış. Allah Resulü, ona vurarak şöyle buyurdu: “Bu sadakanın sahibi isteseydi bundan daha iyisini asardı. Bu sadakanın sahibi, kıyamet gününde hurmanın döküntüsünü yiyecektir.”

Rivayet edilir ki:

“Peygamber’e (s.a.v.) bir keler hediye edildi, yemedi.

Bunun üzerine Aişe dedi ki: ‘Bunu yoksullara yedirelim mi?’

‘Kendi yemediklerinizi kimseye yedirmeyin’ buyurdu.”

Çok değerli Haydar hocamız zekât vermekle mükellef olanlara eserinde şu tavsiyelerde bulunuyor:

-Zekât veren, verdiği çok olsa bile verdiğini az ve aşağı görmelidir. Eğer böyle bir gözle bakarsa daha çok tasaddukta bulunur.

-Zekât vermekte acele etmelidir. Zekâtı, daha zaman gelmeden, yani, üstünden bir yıl geçmeden vermek, ibadete rağbeti artırır. Zira farz olduktan sonra zaten vermek mecburiyetindedir. Vermediği takdirde cezaya hak kazanır. Öyle ise sonradan vermek sevgiden değil, korkudandır. Bu durumda fakirler, önceden sevindirilmiş, ihtiyaçları daha erkenden giderilmiş olur. Ayrıca bir engel çıkar da bu iyi işten geri kalınabilir. Kalpte ibadetlere karşı bir rağbet meydana geldiğinde bunu kazanç bilmek ve hemen işe koyulmak gerekir. Zira şeytanın işe karışıp onu caydırması mümkündür.

-Muharrem veya Ramazan ayında zekât vermek daha faziletlidir. Muharrem ayı yılın ilk ayı olduğu için muhteremdir. Ramazan ise zaten ayların en üstünüdür. Kıymetli zamanlarda sevap işlemek daha üstün olduğundan bu aylar tercih edilmelidir. İnsanların en cömerti ve en iyisi olan Peygamberimiz, Ramazan ayında nesi varsa verir, yanına bir şey koymazdı.

-Zekâtı gizli olarak vermek, gösteriş ve ikiyüzlülükten uzak olduğu için daha iyidir. Allah’ın öfke ve kızgınlığını giderir.” (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında İslam İlmihali Zekât, Sayfa 132- 134-).

 

SADAKANIN GİZLİ VE AÇIK VERİLMESİ

Sadakanın gizli mi açık mı verilmesinin hangisinin daha faziletli olduğu noktasında çeşitli görüşler vardır.

Biz çağın bilgesi Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın görüşlerinin edebe ve ölçüye daha uygun olduğu kanaatini taşıdığımız için O’nun bu konudaki tespitlerini önemsiyoruz ve Zekât eserinden paylaşıyoruz:

Peygamberimiz (s.a.v.) buyurur:

“Yedi sınıf insan vardır ki, Allah onları kıyamet gününde kendi gölgesinde gölgelendirecektir. Adil hükümdar, Allah’ın ibadetinde büyüyüp yetişen genç, çıkıp tekrar dönünceye kadar mescide kalbi bağlı olan kişi, buluştuklarında da ayrıldıklarında da Allah sevgisinde birlesin birbirini seven iki kişi, güzel ve mevki sahibi kadın, kendisini nefsine çağırdığında, ‘Ben Alemlerin Rabbi olan Allah’ tan korkarım diyen namuslu kişi, sağ elinin verdiğini sol eli bilemeyecek derecede verdiği sadakayı gizli veren insan, kimsenin bulunmadığı yerde Allah’ı zikredip de gözleri dolu dolu olan kişi.”

Bunun için geçmiş büyükler sadakaları gizli vermekte o kadar ileri gitmişlerdi ki, dilenci körün eline parayı verince, tanınmamak için konuşmazlardı.

Bazıları da uyandığında anlamasın diye, dilenirken uyuyanın eline veya elbisesine parayı koyarlardı. Bazıları fakirin geçtiği yola atar, bazıları vekillerine verip, fakire vermesini söylerdi. Bütün bunlar fakirin, parayı kim tarafından verildiği anlaşılmasın diye yapılırdı.

Aynı zamanda başkasının görmemesine de büyük önem verirlerdi, zira başkası görse, kalplerinde gösteriş belireceğinden korkardı. Gerçi başkaları yanında verilirken de cimrilik kalpten silinir ama onun yerini gösteriş alabilir. Bu iki huy da insanı felakete götürür.

Kesin olarak gösterişçilikten emin olan kalabalıkta verdiği takdirde başkalarının da sevinerek vereceklerini biliyorsa, açıkça vermesi daha iyidir. Böyle kimseler, insanların kendisini övmesini veya yermesi bir tutan kişilerdir. İşlerinin gerçek yüzünü Yüce Allah’ın bilmesini kâfi görürler.

Sadakanın gizli verilmesini teşvik eden ayetler vardır:

“Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarf edenler var ya onların mükâfatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler.” (Bakara / 274).

“Allah’ın Kitabını okuyup ona uyanlar, namazı hakkıyla ifa edenler ve kendilerine nasip ettiğimiz imkânlardan, gizli ve aşikâr olarak hayır yolunda harcayanlar, ziyan ihtimali olmayan bir ticaret umarlar,” (Fatır / 39).

“Eğer sadakaları (zekât ve benzeri hayırları) açıktan verirseniz ne ala! Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır. Allah da bu sebeple sizin günahlarınızı örter. Allah, yapmakta olduklarınızı bilir.” (Bakara / 271).

“Bir iyiliği açıklar yahut gizlerseniz veya bir kötülüğü (açıklamayıp) affederseniz, şüphesiz Allah da ziyadesiyle affedici ve Kadir’dir.” (Nisa / 149).

Zekât olsun, sadaka olsun yapılan hayırların gizli yapılması, aşikâr yapılmasından üstün sayılmıştır, zira gizlice yapılan hayırlar riya ve gösterişten uzak olması sebebiyle hem Allah’ın rızasına daha uygundur hem de insan haysiyet ve şerefini muhafaza bakımından daha faydalıdır.” (Prof. Dr. Haydar Baş / Kur’an ve Sünnet Işığında İslam İlmihali Zekât /Sayfa/136-145).

 

ZEKÂTI SADAKASI KABUL OLMAYANLAR

Zekâtı ya da sadakayı vermekle de iş bitmiyor değerli dostlar. Önemli olan kabul şartlarını da yerine getirmektir. Bu şartlar maddi şartların yanında manevi şartları da içerir. Madem sadakanın verildiği halde kabul olmama riski vardır, bize düşen bunun da gerekli bilgisini elde etmektir.

Şimdi yine Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın Zekât eserindeki bilgilere baş vuralım:

Cenabı Hakk bir ayetinde şöyle buyurur: “Onların harcamalarının kabul edilmesini engelleyen, onların Allah ve Resulünü inkâr etmeleri, namaza ancak üşenerek gelmeleri ve istemeyerek harcamalarından başka bir şey değildir.” (Tevbe/54).

Bir Hadis-i Şerif’te de Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Beni hak ile gönderene yemin ederim ki, Allah, Kıyamet gününde yetime merhamet edip ona yumuşak konuşan kimseye azap etmez. Allah’ın kendisine verdiği imkân ve ihsanları kendi yetim ve güçsüzlerini bırakıp da komşularına uzatıp yedirmeyen kimselere de azap etmez. Ey ümmet-i Muhammed! Beni hak ile gönderene yemin ederim ki, kendi akrabaları muhtaç bir halde dururken onları bırakıp başkasına ikram eden kimsenin sadakasını Allah kesinlikle kabul etmez. Nefsim kudret elinde olana yemin olsun ki, Allah Kıyamet gününde böyle bir kimsenin yüzüne de bakmaz.”

Enes’ten (r.a.) rivayetle; Allah Resulü (s.a.v.) buyurdu: “Zekâtta haksız davranan kişi, zekât vermeyen gibidir.”

Allah Resulü (s.a.v.) buyurdu: “Zekât verdiğiniz zaman dua etmek suretiyle sevabını istemeyi unutmayınız.”

Huzeyfe’den (r.a.) rivayetle;

Allah Resulü (s.a.v.) buyurdu: “Allah, bid’at sahibinin ne orucunu ne namazını ne zekâtını ne haccını ne umresini ne cihadını ne tevbesini ve ne de fidyesini kabul eder. 0, İslam’dan hamurdan çıkan kıl gibi çıkar”

Verilen sadaka başa kakıldığında da kabul olmayacağının haberi verilmiştir.

Allah Resulü (s.a.v.) buyurdu: “Hilekâr, cimri ve ettiği iyiliği başa kakan kimseler kesinlikle cennete giremezler”

Bir başka hadiste de şöyle buyrulur:

“Kıyamet günü Allah, şu üç kişinin yüzüne bakmaz: Ana babasına asi kişi, kendisini erkeğe benzeten kadın ve deyyus. (İffetsizliğe göz yuman) Üç kişi de cennete giremez: Ana babasına asi olan kişi, devamlı içki içen ve verdiğini başa kakan”  (Prof. Dr. Haydar Baş / Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali Zekât / Sayfa 149-157).

 

ZEKÂT ALMANIN ADABI

Zekât, sadaka vs. vermenin adabından, faziletlerinden daha önceleri bahsetmiştik.

Zekât vermenin bir adabı olduğu gibi almanın da bir adabı vardır. Çünkü dinimiz İslam’da ölçüsüz hiçbir şeye rastlamanız asla mümkün değildir.

Bu konuda da Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın “Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali Zekât” eserinden bilgiler aktarmaya çalışacağız:

Zekât vermek ibadet olduğu gibi, zekâtı alarak zekât veren kimseye zekât ibadetini ifa etmesine yardımcı olmak da bir ibadettir.

Zenginin, zekât verdiğinden dolayı fakiri minnet altında bırakmaya çalışması uygun bir davranış olmadığı gibi, zekât alan fakirin de zengine karşı bir eziklik ve zillet duyması, minnet yükü çekmesi asla söz konusu olamaz. Çünkü zekât onun öz hakkıdır.

Zekât, zengin Müslümanların fakir Müslümanlara yaptıkları bir yardım ve sadaka değildir. Zekât doğrudan doğruya fakirin, zenginin malında olan bir hakkıdır.

Kur’an-ı Kerim’de bu husus şu şekilde belirtilmiştir:

“Mü’minlerin mallarında dilencinin ve dilenmeyen fakirin bir hakkı vardır.” (Zâriyat /19).

Allah’ın da bütün yaratılmışlardan istediği, O’nu tek Rab bilip ibadet etmeleridir. Onun için Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” Zariyat /56).

Fakir, zekâtı bu niyetle yani Yüce Allah’a daha rahat ibadet edebilme niyetiyle almalıdır.

Enes’ten (r.a.) rivayetle;

Allah Resulü (s.a.v.) buyurdu: “İmkânı olduğu için veren kişi, ihtiyacı olduğunda verileni kabul eden kimseden daha çok sevap kazanmaz.”

Zekâtı alan kişi, mülkün gerçek sahibinin Cenâb-ı Hak olduğunu bilmeli Cenâb-ı Hak’tan aldığını bilmeli ve O’ndan görmelidir. Zengini gönderen Cenâb-ı Hak’tır.

Cenab-ı Hak, zengini bir vekâlet yolu ile zekâtını fakire vermeye mecbur etmiştir. O vekile zekâtı verdiren saadet ve kurtuluşa ereceğine olan imanıdır. O halde minnet, Yüce Allah’ın onu mecbur vekil tayin etmesi sebebiyle Cenâb-ı Hakk’adır. Burada fakire düşen ise zengini de aracı görmesi ve teşekkür etmesidir.

Buyruluyor ki:

“Şüphesiz ki insanlara şükretmeyen, Allah’a şükretmiş olmaz.”

Allah, şükreden kullarını övüyor ve buyuruyor ki:

“Eyyub ne güzel kuldu. Daima Allah’a yönelirdi.” (Sa’d /44)

Zekât verene şöyle dua edilmelidir:

Allah Resulü (s.a.v.) buyurdu: “Zekât verdiğiniz zaman, ‘Allah’ım, bunu kârlı kıl, zoraki verilen kılma’ şeklinde dua etmek suretiyle sevabını istemeyi unutmayınız.”

Abdullah b. Ebî Evfa dan (r.a.) rivayetle;

“Babam ağacın altında biat edenlerdendi. Allah Resulü (s.a.v.) zekâtlarını getiren kavme, “Allah’ım! Falanın ailesine rahmet et” diye dua ederdi. Babam zekâtını getirip teslim ettiğinde ise şöyle dua etti: “Allah’ım! Ebû Evfâ ailesine rahmet et!”

Zekâtı alan için zekâtın şükrü, zekâtın ayıbını örtmek; az dahi olsa az kabul etmemek ve aşağı görmemektir.

Helal olmayanı almamalıdır. Fakir, zalimlerin malından hiçbir şey almamalıdır. Örneğin malını faizle verenden ve ihtiyatlı davranmayan kimseden sadaka alınmamalıdır. (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali Zekât, Sayfa/159-162).

 

ZEKÂT VE ZİKİR

Kur’an-ı Kerimde zikir kelimesi ibadet kapsamına giren her ibadet için kullanılır. Prof. Dr. Haydar Baş hocamız Zekât şaheserinde bu nükteden bahsetmekte ve ilgili ayet ve hadisleri büyük bir ustalıkla önümüze sermektedir.

Gerçekten de içinde zikir nüktesi olmayan amelin, insana yükten ve kuru bir emekten öte bir şey olmadığını anlıyoruz.

Şimdi O’nun bu konudaki tespitlerini paylaşmaya çalışalım:

Zekât, İslam’ın beş şartından biridir. Bazı ibadetleri eda etmek için beden kuvveti, bazıları için mala sahip olmak, bazıları için ise hem beden gücü hem mala sahip olmak gerekir.

Zekât vermek belli bir miktar malı belli bir süre elinde tutanların yaptığı bir ibadettir. Zekât lügatte, temizlik, bolluk, artma anlamlarına gelir.

Fıkıhtaki anlamı ise, bir malin belli bir miktarını belli bir süre sonra bir kısım Müslümana Allah rızası için vermektir. Bütün ibadetler Allah’ı bilmek, O’na kul olmak, O’na kavuşmak için yapılır. Zekât da Allah’ı zikir içindir. Malın kırkta birini vermek, tasaddukta bulunmak, karz-ı hasende bulunmak; bunlar hep Allah’ı Zikir için yapılır. Yoksa insanın malı elinden gidecek, Allah’ı da hatırlatmayacak; o mali niye versin? Kul, malının zekâtını Allah emretti, diye veriyor. İşte bu zikirdir.

Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyurulur:

“Namazı tam kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin,” (Bakara / 43).

Maksadı Allah’a yürümek olan kul, Allah’ın zekât-sadaka yerine getirmekle, o verdikleriyle yol alıyor, tabiri câizse o verdiği şeyin sırtına biniyor. Kulun verdikleri adeta ona binek oluyor, Burak oluyor. Allah’a taşıyor. Allah’a vâsıl olmak için, nefsin tezkiyesi ve terbiyesi şarttır. Kelime anlamı temizlenmek olan zekât zenginin malından fakirin hakkını temizlediği gibi, nefsi de tezkiye eder.

Bu manada Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

“Onların mallarından sadaka al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin…” (tevbe /103).

Zekâtın günahları temizlediği müjdesini Hz. Peygamber de şöyle haber veriyor:

“Zekât vermek, günahlardan temizlenmeye bir vesiledir.”

Zekât, ayrıca insanın nefsini cimrilik hastalığından temizler.

Cimrilik ahlâk-ı zemimedendir (kötü ahlak). Her ahlakı zemime hâli, insanı Allah’tan uzaklaştırır. Ahlakı hamide (güzel ahlâk) hâli ise insanı Allah’a yaklaştırır. İbadetlerle ulaşılmak istenen ise, ahlâk-ı zemime hâlini ahlakı hamideye tebdil etmektir.

Bir başka hadiste Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

“Cömert insan, Allah’a yakındır, insanlara yakındır, Cennet’e yakındır, Cehennemden uzaktır. Cimri ise Allah’tan uzaktır, insanlardan uzaktır, Cennet’ten uzaktır; Cehenneme yakındır. Cömert bir cahil, cimri bir âbidden Allah’a daha sevimlidir.”

Mü’min zekât vererek nefsini cimrilik hastalığından tezkiye eder/temizler. Böylece kurtuluşa erer. (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali Zekât, Sayfa 169-171).

 

ZEKÂT KURTULUŞA VESİLEDİR

Zekât, sosyal adaletin tahsisi, ruhun ve malın temizlenmesi yanında, layıkıyla görevini yerine getireni kurtuluşa sevk edeceği hakkında ilahi buyruklar vardır. Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın Zekât eserinden bu konudaki bilgileri de paylaşmakta fayda vardır.

Mü’min Kur’ an’ da şöyle vasfediliyor:

Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir” (Mü’minun /1).

“Onlar ki, zekâtı verirler.” (Mü’minun /4).

Bu durumda zekât, imanın ispatı oluyor. Kurtuluşa ermeye de vesiledir. Gerçek manada kurtuluşa ermek Cennet’e ve Cemalullah’a nail olmakla olur. Cemâlullahı ise ancak temizlenenler müşahede edebilir. Zekât vermek, görünüşte malın noksanlaşmasına bir alamet zannedilse de gerçek böyle değildir. Nasıl ki, bir ağaç budandığında bir-iki yıl sonra daha cesametli büyür; zekât vermekle de servet budanır, artıkları atılır, bereketiyle sahibine teslim edilir.

Bir Hadis-i Şeriflerinde Allah Resulü (s.a.v.) buyurdu: “Kulların sabaha çıktıkları hiçbir gün yoktur ki, iki melek inip biri, ‘Allah’ım! İnfak eden kimsenin infak ettiği malın yerine daha iyisini ver’, öbürü, ‘Allah’ım! İnfak etmeyip elinde tutanın (cimrinin) malına telef ver’ demesinler.”

Allah, zenginin servetinin içine, fakirin hakkını emanet etmiştir.

Enes’ten (r.a.) rivayetle;

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Kıyamet Gününde fakirlerden dolayı zenginlerin vay hâline! Çünkü onlar şöyle diyeceklerdir: Ey Rabbimiz! Bu zenginler bize haksızlık ettiler. Bizim için onlara farz kıldığın hakkımızı vermediler.’ Allah Teâlâ da izzetim ve Celâl’im hakkı için, sizi (Cennet’ime) yaklaştıracağım, onları ise uzaklaştıracağım buyuracaktır.”

“Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve âlihi) daha sonra, ‘Onların mallarında dilenen ve yoksul için belirli bir hak vardır’ (Mearic / 25) ayetini okudu.”

Ebu Hureyre’de rivayetle;

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Malının zekâtını verdiğin zaman, üzerindeki borcunu ödemiş olursun.”

Zekât verilerek, emanet sahibine teslim edilmiş olur. Eğer sahibine teslim edilmezse, emanete hıyanet söz konusudur. Ayrıca, helâl olan mal, haram hale getirilmiş olur.

Hz. Aişe ‘den rivayetle;

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Sadaka veya zekât, (verilmeyerek) karıştığı malı mutlaka bozar.” (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali Zekât, Sayfa 171-173).

Bu bilgiler ışığında önümüzdeki yol bellidir. Ya malımızı ve ruhumuzu temizleyecek olan zekâtı layığıyla hak sahibine vererek kurtuluşa ereceğiz; ya da hesap gününde utanılacak hâllere düşerek belki de cehenneme gireceğiz. Rabbim nefsimize uyup da yanlışa düşenlerden eylemesin.

 

NAMAZI KILIN ZEKÂTI VERİN

Prof. Dr. Haydar Baş hocamız, Zekât eserinde malın mukaddes olduğunu beyan ederek malın korunmasının ve zekâtının verilmesinin gereğini ilahi beyanlara dayanarak izah etmiştir.

“Mal, mülk, yaratılış gayesi istikametinde kullanılan birer vasıtadır. Mal, Allah yolunda cihadın da bir vasıtasıdır. Zekât, sadaka gibi ibadetler, onunla olmakta, hayatın devamı malla gerçekleşmektedir. Bu bakımdan, malın korunması büyük önem arz etmektedir.

Zekât emri, faizin haram edilmesi, alışverişin ibadet kabul edilmesi, hileli satış, karaborsa gibi fiillerin yasaklanması mal emniyetini temine yönelik müeyyidelerdir. Mali korumaya ve cemiyette sosyal adaleti temine yönelik zekât, İslam’ın esasları arasında namaz ile zikredilmiştir:

“Namazı kılın; zekâtı verin, Peygamber’e itaat edin ki merhamet göresiniz.”(Nur suresi 56. ayet).

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), malın meşruiyeti şartları içerisinde korunması için zekâtı, İslam’ın beş temel esası arasında zikretmiştir:

“İslam beş esas üzerine kurulmuştur: Allah’ tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed’in (s.a.v.) O’nun elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve Ramazan’da oruç tutmak.”

Zekâtı vermemek Kur’an-ı Kerim’de tenkit edilmiş ve azapla tehdit edilmiştir:

“Ey iman edenler! (Biliniz ki), hahamlardan ve rahiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve (insanları) Allah yolundan engellerler. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele! (Tevbe suresi 34.ayet).

Ebu Zer’den (r.a.) rivayetle;

Peygamber (s.a.v.) Kâbe’nin gölgesinde otururken yanına vardım. Beni görünce şöyle dedi: “Kâbe’nin Rabbi hakkı için onlar ziyandadırlar.”

Gelip yanında oturdum, çok geçmeden ayağa kalktım ve dedim ki: “Babam annem sana feda olsun, onlar kimdir, ey Allah Resulü?”

“Onlar malları çok olan zenginlerdir. Ancak bunlardan şöyle şöyle verenler müstesna. (Bunu önündeki, arkasındaki, sağındaki ve solundaki fukaraya verişini işaret ederek söyledi) Onlar ne kadar da azdır” buyurdu.”

Dikkat edilirse; bu hadis-i şerifte hem malın korunması hem de O malın toplumda sosyal adaleti temin eden ekonomik bir denge unsuru olması istenmektedir. Bu ise, helal kazanmayı ve israf etmeden helal yollarda harcamayı; özellikle malı başkalarının iyiliği ve geçimi için tasadduk etmeyi gerektirir. Tasaddukun en şereflisi, hakkın tebliği ve yayılması için yapılandır. Bu ise cihaddır. Çünkü malla cihat, hayatın devamına, insanlığın barış ve huzuruna vesile olan en büyük hayırdır.

Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihat edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihat edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vââd etmiştir ama mücahitleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.” (Nisa / 95).  (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali Zekât, Sayfa 185-188).

 

MAL MUKADDESTİR

Dünya sevgisi ve dünya malına kıymet verip vermemek konusu da hassas bir konudur. Bu konuda da İfrat ve tefritten kaçmak gerekir. Bazıları ahret inancını daha öne çıkarayım derken, dünya malına kıymet vermemeyi tercih etmektedir. Bazı da dünya malına gereğinden fazla kıymet verip, ahret inancına zarar vermektedirler.

Bu konuda da Prof. Dr. Haydar Baş hocamız orta yolu bulmuştur. Hatta, mal ile ahretin kazanılacağını, bu sebeple malın mukaddesliğini savunmuştur:

“Mal ‘canın yongası’ kabul edilerek mukaddes sayılmış ve her türlü tecavüzden korunmuştur. Veda Hutbesinde konu edilen bu mal emniyeti, İslam’ın diğer düsturlarıyla da desteklenmiştir. Malın mukaddesliği, mülkiyet hakkını doğurmuştur. İnsanın malı, kendi rızası dışında veya meşru bir gerekçe olmadan elinden alınamaz.

Cenâb-ı Hak, batıl sebeplerle insanların mallarının elinden alınamayacağını beyan ediyor: “Aranızda mallarınızı haksızlıkla yemeyin. Bildiğiniz halde günaha girerek insanların mallarından bir kısmını yemek için onu hâkimlere (rüşvet olarak) aktarmayın.” (Bakara /188).

Böylece, rüşvet ve iltimasın yasaklandığını da anlıyoruz.

Mal, mülk, yaratılış gayesi istikametinde kullanılan birer vasıtasıdır. Mal, Allah yolunda cihadın da bir vasıtasıdır. Zekât, sadaka gibi ibadetler onunla olmakta, hayatın devamı malla gerçekleşmektedir.

Zekât emri, faizin haram edilmesi, alışverişin ibadet kabul edilmesi; hileli satış, karaborsa vs. gibi fiillerin yasaklanması, mal ve can emniyetini temine yönelik müeyyidelerdir. Malı korumaya ve cemiyette sosyal adaleti temine yönelik zekât, İslam’ın esasları arasında namaz ile zikredilmiştir:

“Namazı kılın; zekâtı verin, Peygamber’e itaat edin ki merhamet göresiniz.” (Nur /56)

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), malın meşruiyeti şartları içerisinde korunması için zekâtı, İslâm’ın beş temel esası arasında zikretmiştir:

“İslâm beş esas üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed’in (s.a.v.) O’nun elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve Ramazan’da oruç tutmak”

Zekâtı vermemek Kur’an-ı Kerim’ de tenkit edilmiş ve azapla tehdit edilmiştir:

“Ey iman edenler! (Biliniz ki), hahamlardan ve rahiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve (insanları) Allah yolundan engellerler. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele! (Tevbe / 34)

Ebu Zer’den (r.a.) rivayetle; Peygamber (s.a.v.) Kâbe’nin gölgesinde otururken yanına vardım. Beni görünce şöyle dedi: “Kâbe’nin Rabbi hakkı için onlar ziyandadırlar”

Gelip yanında oturdum, çok geçmeden ayağa kalktım ve dedim ki: “Babam annem sana feda olsun, onlar kimdir, ey Allah Resulü?” Onlar malları çok olan zenginlerdir. Ancak bunlardan şöyle şöyle verenler müstesna. (Bunu önündeki, arkasındaki, sağındaki ve solundaki fukaraya verişini işaret ederek söyledi) Onlar ne kadar da azdır” buyurdu.”

Dikkat edilirse; bu hadis-i şerifte hem malın korunması hem de o malın toplumda sosyal adaleti temin eden ekonomik bir denge unsuru olması istenmektedir. Bu ise, helal kazanmayı ve israf etmeden helal yollarda harcamayı; özellikle malı başkalarının iyiliği ve geçimi için tasadduk etmeyi gerektirir. Tasaddukun en şereflisi, hakkın tebliği ve yayılması için yapılandır. Bu ise cihaddır. Çünkü malla cihad, hayatın devamına, insanlığın barış ve huzuruna vesile olan en büyük hayırdır.

Bu konudaki bir ayeti kerime ile konumuzu bitirelim:

“Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, mallar ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vaad etmiştir ama mücahitleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.” (Nisa / 95). (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali Zekât, Sayfa 185-188).

 

DÜNYALIK HELAL KAZANCIN FAYDALARI

Dünyalık mal edinmek ve helalından kazanarak helalinden yemek içmek gerçekten faziletli ve huzurlu bir hayat için vazgeçilmezdir.

Bazıları dünya için çalışmayı terk ederek, bazıları dünyalık biriktirmek için helal haram demeden bir hayat sürmekle kantarın topunu kaçırmaktadır.

Her türlü yaşamın bir ölçü dahilinde sürdürülmesi dünyada sosyal adaletin tesisi ve sonu cennet olan mutlu bir ahret hayatı için vazgeçilmez unsurdur.

Bu konuda da Prof. Dr. Haydar Baş hocamız çok güzel bir anlatımla Zekât eserinde bizlere yol göstermiştir:

Yüce Allah, helal kazanç konusunda yeryüzünde gayret ortaya koymamızı emretmiştir: “Namaz kılınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Cuma / 10).

Bir rivayette Peygamberimize soruldu;

“Ey Allah Resulü! Hangi kazanç daha helâl ve hoştur?

O da ‘kişinin elinin emeği ile elde edilen kazanç; bir de hilesiz yaptığı güzel alışverişten elde edilen kazanç.’ Buyurdu.”

Bir başka hadis-i şerifte de “El emeğiyle yorulan kişi bağışlanmış olarak akşamlar.”

Peygamberimiz buyuruyor ki:

“İnsanın eliyle kazandığından daha hayırlı bir şey yememiştir. Allah’ın peygamberi Davut da kendi kazancını yerdi.”

Ebu Said’den: “Allah Resulü (s.a.v.) Güvenilir dürüst tacir, peygamberler, sıddıklar, şehitlerle beraber olacaktır.”

Hz. Ebu Bekir’den rivayetle Allah resulü buyurdu: “Haramla beslenmiş vücut cennete giremez.”

Kazancın helalliği hakkında çok ciddi bir uyarı olan şüphelilerden bile sakınmamız için bir başka uyarı da çok manidardır.

Allah Resulü (s.a.v.) buyurdu: “Helâl bellidir, haram da bellidir; aralarında insanların birçoğunun bilmediği şüpheli şeyler vardır. Kim şüpheli şeylerden sakınırsa hem dinini hem de ırzını korumuş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse, harama düşmüş olur. Tıpkı sürüsünü koruluğun etrafında otlatan çoban gibi ki, hayvanları her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Dikkat edin, her kralın bir koruluğu vardır. Dikkat edin, Allah’ın koruluğu da haramlarıdır. Dikkat edin, cesette bir et parçası vardır; o iyi olursa bedenin hepsi iyi olur. O bozuk olursa bedenin tümü bozuk olur. Dikkat edin; o kalptir.”

Şimdide helal-haram konusunun duaların kabulüne etkisi hakkında bir hadis-i şerifle konumuzu bitirelim:

Allah Resulü (s.a.v.) buyurdu: “İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, kişi aldığının helalden mi yoksa haramdan mı olduğuna aldırmayacaktır. İşte o zaman duaları kabul olmayacaktır.” (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali Zekât, Sayfa 189-196).

 

DÜNYA VE MAL SEVGİSİ

Prof. Dr. Haydar Baş hocamız, Zekât şaheserinde insanların en çok aldandığı bir konu üzerinde de duruyor. Bu konu dünya ahret dengesidir.

İnsanoğlu yaratılış gayesinden uzaklaştıkça imtihan sırrından da uzaklaşmakta, böylece nefis ve şeytanın türlü oyunlarına alet olarak Allah’ın rızasından uzaklaşmaktadır.

Şimdi de bu Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın önemli konu hakkındaki görüşlerini paylaşalım:

Kur’ân-ı Kerim’de Cenab-ı Hâk, dünya hayatının geçici olduğunu, gerçek ve kalıcı hayatın ahiret hayatı olduğunu vurgular bizi hep ölüm ötesine, yani ahirete hazırlar. Zaten hayat ile ahiret arasındaki geçiş kapısı ölümdür.

Hayat bir dünyadır. Ahiret de bir dünyadır. İkisinin arasındaki perde ölümdür. Ama nefis âhirete görmediği, bilmediği, tanımadığı için, o tarafa yokluk olarak bakar.

Ölümden de çok korkar. Tir tir titrer. Yakinen bilse ki, ondan sonra muazzam sonsuz bir hayat var; o zaman ölüme koşa koşa gider.

Ölüm gerçeği kabul etsek de etmesek de vardır. Bu gerçek, âyet-i kerimelerde sıkça hatırlatılır:

“Her canlı, ölümü tadar. Bir deneme olarak sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya: 21/35.)

Hanginizin daha güzel iş ortaya koyacağını denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O Aziz’dir, Gafur’dur (üstün kudret sahibidir, affı ve mağfireti boldur).” (Mülk: 67/2).

“O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan etmek için, Arş’ı su üzerinde iken, gökleri ve yeri altı günde yaratandır. Yemin ederim ki, (Resulüm!), “Ölümden sonra muhakkak diriltileceksiniz’ desen, kâfir olanlar derhal, ‘Bu, açık bir büyüden başka bir şey değildir’ derler.” (Hud: 11/7).

İnsanın, “Dünyaya niye geldik?” diye sorması lazımdır. Allah kulunu deniyor. İnsanın kazanması için dediklerini yerine getirmesi lazımdır. Yüce Allah’ın dediklerini yerine getirmenin ve O’nun rızasını gözeterek yaşamanın adı da ibadettir.  İbadetler bizi Allah’a taşır. Bu sebeple, Allah’a ulaşmak, O’na kavuşmak isteyen insanın yaşantısında ibadetler önemli bir yer tutar.

Cenâb-ı Hak insanların hangisinin amel yönünden daha güzel hareket edeceğini, hangisinin dünyayı âhirete tercih edeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratmıştır. Hayat da ölüm de mahlûktur, yaratılmıştır. Ama ölüm öyle bir mahlûktur ki, nefsimize, yok olmak gibi görünüyor. Hâlbuki maddesiz yaşantının boyutlarıdır.

Ruh planında girdiğimiz bir âlemdir. İşte buna insanın inanması ve burası için hazırlık yapması lazımdır, Bunun muhasebesi, murakabesi yapılıp orada nasıl temize çıkacak isek, o şekilde hayatimizi tanzim etmemiz, ahirete inanmak mânâsına gelir ki, bunu da bir Müslüman olarak hayatımıza geçirmemiz şarttır ve de esastır.

“Huzurumuza çıkacaklarını beklemeyenler, dünya hayatına razı olup onunla rahat bulanlar ve ayetlerimizden gafil olanlar yok mu, iste onların, kazanmakta oldukları ((günahlar) yüzünden varacakları yer, ateştir!” (Yunus: 10 /7-8).

“Ama onlar, önceden yaptıklarından dolayı ölümü asla temenni etmezler. Allah, zalimleri çok iyi bilir.” (Cuma: 62/7).

O kişiler Allah’a ulaşmayı ummadılar. Allah’a döneceklerine, O’na hesap vereceklerine ihtimal vermediler. Oysa Cenâb-ı Hak hem iyilik, hem de kötülük yönünden zerrenin hesabını soracaktır.

Böyle bir şeyi hesaba koymayanlar ise, ayete göre dünya hayatına razı olup onunla rahat bulanlardır. Malın yokluğundan doğan fakirlik sıfatı, yine malın varlığından doğan zenginlik sıfatı vardır.

Bunlar, kendileriyle imtihan ve deneme için yapılan iki durumdur. Her nefis ölümü tadacaktır. Geriye kalacak olan sâlih amellerdir. O sebeple akıllı kul, sâlih amellere sarılmalıdır. (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali, Zekât, Sayfa 197- 199).

 

MALINI VEREN, ÖLÜMDEN KORKMAZ

Dünya malının geçici olduğunu sadece imtihan sürecinde bir oyalanma aracı olduğunu bilmeyen yoktur. Ancak hayatın hızlı temposunda imtihan sırrını gözden kaçıranlar elde etikleri şan şöhret mal ve servetin sürekli kendilerinde kalacağı zannına kapılarak büyük bir aldanmayla karşı karşıya kalırlar.

Bu tip düşünce sahibi insanlar, ellerindeki maldan ayrı kalacakları korkusuyla genelde ölümden hoşlanmazlar.

Elbette her derdin dermanını yaratan yüce Allah ölüm korkusunu yenmenin yolunu haber vermiştir.

Önemli bir konu olması sebebiyle yine çağın bilgesi Prof. Dr. Haydar Baş’ın bilgilerine ihtiyaç vardır. Zekât eserinden aktaralım:

Allah’a kavuşmayı ummayanların dertleri hep dünyadır. “Gelin biraz ahretten bahsedelim” denildiğinde, “Güzel ama ne zaman olacak? Gidip gelen var mı?” gibi çok yanıltıcı ve hileli sorular sorarlar. Nefis insanı böyle konuşturur. Onun avukatı da iblistir.

Bir kişi şöyle sordu ‘Ey Allah Resulü! Ben ölümü sevmiyorum’ der. Peygamberimiz de O’na “Senin malin var mı?” diye sorar. Adam da ‘Evet’ diye cevap verince, Peygamberimiz: “O halde önce malını ver! Çünkü mü’min bir kimsenin kalbi malıyla beraberdir. Eğer malını kendisinden önce ahirete gönderirse arkasından gidip malına yetişmeyi sever. Eğer malı geride ise malıyla beraber geride kalmayı sever.”

Mü’min bu dünya, hem de ahret saadeti için çalışan kişidir. Bir tarafa meyledip de diğer tarafı terk etmek yanlıştır. İnsan, ikisi arasında orta yolu bulmalıdır. Bir şeyi seven, onu daima anar, onun rızasını gözetir.

Mümin bu dünyaya ait işlerini yaparken de ibadet halindedir. Mü’ minin her hâli kazançtır. Kul zikrettikçe Allah’a yaklaşır, her işinde Allah’ın rızasını gözetir. Her an Allah ile beraber olur. O zaman uyusa bile Allah’la beraberdir.

Besmele çeker başını yastığa koyar o ibadet olur. Yemek yerken besmele çeker, yemeğin sonunda hamd eder, günahları affolunur. Çoluğunu çocuğunu kimseye muhtaç etmeme niyetiyle çalışıp kazanır, ibadet olur. Tasadduk etmek ve hayır hasenat yapmak niyetiyle, “Allah benden razı olsun diye helal işine gitse, o hâli de ibadettir.

Aslında yemek yemek, uyumak, para kazanmak için işe gitmek dünya hâline ait işlerdendir. Ama o kulun kalbi Allah ile beraber olduğu ve o işlerinde Allah’ın rızasını gözettiği için dünyalık işlerle meşgul olsa bile, ibadet hâlindedir, dâim zikir hâlindedir…

Abdulkadir Geylani, “Fethu’r-Rabbanî ve’l-Feyzu’r-Rahmâni'” adlı eserinde der ki: “Kalp, Aziz ve Celil olan Allah’1 zikre devam ettikçe kendisine mârifet gelir, ilim gelir, tevhid gelir. Ayrıca Allah’ tan gayri şeylerden yani mâsivadan yüz çevirir. Zikrin devamı dünya ve âhiret hayırlarının devamına sebep olur. Kalp mânâ yönüyle sıhhatli olduğu zaman, zikir de daimî olur. Etrafına ve üzerine zikir yazılır. Bu durumda kişinin gözleri uyur fakat kalbi, Aziz ve Celil olan Rabbini zikreder. Bu hâl ona Peygamberinden miras kalmıştır.”

Masiva, insanı Allah’tan uzaklaştırıp, hakikate perde olan ruhun safiyetine zarar veren her şeydir. Dünya hayatı insanı günaha sürüklediği için Allah’tan uzaklaştırdığı için bu manada mâsiva olarak adlandırılmıştır.

Ayet ve hadislerde dünya hayatının zemmedilmesi, insanın ruhunun ulvi gayesine ulaşmasına engel teşkil etmesi perde olması sebebiyledir. (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali, Zekât, Sayfa 200- 204).

 

DÜNYA HAYATI ALDATICIDIR

Dünya hayatının aldatıcı olduğu, elde edilen mal, şan, şöhret gibi geçici şeylerle süslü hale getirilip bir imtihan aracı olduğu hakkında ayet ve hadisler mevcuttur.

Ama maalesef insanlar en çok yanılgıya da bildikleri konuda düşmektedir. Bilmek farklı yaşamak farklı şeylerdir.

Dünya ahiret dengesini sağlayabilen Allah’ın veli kulları olmuştur.  Keşfettikleri sırları hem yaşamış hem de anlatmaya çalışmışlardır.

Yunus Emre’nin; “Mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi /Mal da yalan mülk de yalan var biraz da sen oyalan…” İhtarı bu konuda çok anlamlı bir ikaz hükmündedir.

Konunun daha güzel anlaşılması için Prof. Dr. Haydar Baş’ın Zekât eserinde derlediği ayeti kerimelerden bir demet sunmaya çalışalım:

“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir da bir övünme ve aranızda daha çok mal ve evlât sahibi olmak isteğinden ibarettir.  Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra da çer-çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” (Hadid: 57/20).

“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Muttaki olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?” (En’am: 6/32).

“Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Ahiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşama odur. Keşke bilmiş olsalardı!” (Ankebut: 29/64).

“Doğrusu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder ve sakınırsanız Allah size mükâfatınızı verir. Ve sizden mallarınızı (tamamen sarf etmenizi) istemez.” (Muhammed: 47/36).

“Ey kavmim! Şüphesiz bu dünya hayati geçici bir eğlencedir. Ama ahiret, gerçekten kalınacak yurttur.” (Mümin: 40/39).

 

“Allah, dilediğine rızkını bollaştırır da daraltır da. Onlar dünya hayatıyla şımardılar. Oysa ahiretin yanında dünya hayatı, geçici bir faydadan başka bir şey değildir.” (Ra’d: 13/26).

“Size verilen şey, yalnızca dünya hayatının geçimliğidir. Allah’ ın yanında bulunanlar ise daha iyi ve daha süreklidir. Bu mükâfat iman edenler ve Rab’lerine dayanıp güvenenler içindir.” (Şura: 42/36).

“Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak Kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metaından başka bir şey değildir.” (Al-i İmran: 3/185)

Bir hadisi şerifte Allah’ın samimi kullarını koruma altına aldığı da haber verilmiştir. “Allah bir kulu sevdi mi onu dünyadan korur, tıpkı sizden birinin hastasına suyu yasaklaması gibi”

İmam Ali (a.s.) buyurdu: “Dünya arkasını dönmüş gidiyor. Ahiret yüzünü dönmüş geliyor. Her birinin kendine has çocukları vardır. Siz ahiret çocuklarından olun; dünya çocuklarından olmayın! Bugün çalışma günüdür, hesap günü değil. Yarın hesap günüdür. Çalışma günü değildir.” (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali, Zekât, Sayfa 206- 209).

Bu bilgiler ışığında dünyanın aldatıcı yüzünü tanıyarak dünya ahiret dengesini kurmalı, Allah’a kul olmalıyız. Aksi halde ahirette zarara uğrayanlardan oluruz. İmtihan gereği, tercih kulun kendisine bırakılmıştır.

 

DÜNYA MALI İMTİHANDIR

Dünya malı hakkında gerçek bilgiye ulaşmak, ona değeri kadar kıymet vermek; onun dünyada insan hayatının devamını sağlamak ve ahiret yurdundaki yerimizi hazırlamak konusunda bir imtihan aracı olduğunu asla göz ardı etmemek gerekir. Aksi halde hem dünyamız hem ahiretimiz ziyan olur.

Prof. Dr. Haydar Baş’ın Zekât hakkındaki eserinden malın dünyada imtihan aracı olduğu hakkında uyarıcı bilgileri paylaşarak konunun anlaşılmasını sağlamaya çalışalım:

Tasavvuf, halk içinde Hakk ile beraber olma hâlidir. Nitekim tasavvuf, İslâm’ın yaşanılır tarzıdır; İslam’ın yaşanılır hâl boyutudur.

Resulullah’ın (s.a.a.), sahabesinin ve özellikle de Ehl-i Beyt’ inin hali-hayatıdır. Cenab-ı Hak, bizden, dünyayı yaşarken O’nunla beraber olmamızı, O’ndan gâfil olmamamızı istiyor. İnsan dünya işlerine dalıp Allah’ın zikrinden gâfil olursa, en büyük zarardadır.

Böyleleri için Cenâb-ı Hak şu ikazı yapıyor: “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardandır.” (Münafikun: 63/9).

Allah Resulü (s.a.v.) buyurdu: “Her ümmetin bir fitnesi vardır, ümmetimin fitnesi de maldır.”

Abdulkadir Geylani Hazretleri: “Geylani Tefsiri” adlı eserinde, Nas suresinin tefsirinde, surenin hatimesi bölümünde der ki: “Ey kurtuluşu talep eden! Ey ihlasa düşkün! Sakın ha sakın, heva ve hevese uymayasın! Sakın ha, şehvetinle yüzüstü düşüp kalmayasın! Eğer insan, heva ve hevesine uyacak, şehveti kuvvetlerine bağlanıp kalacak olursa, onun kalbi Şeytan’ın gıdası ve besin kaynağıdır. Fakat insan eğer şehvetleri ile mücadele halinde savaş halinde olursa, Şeytan ona musallat olamaz. Bu durumda ise onun kalbi meleklerin mekânı yurdu olur.”

Dünyayı ve nefsin arzularını anma hâli kalp üzerinde baskın gelirse, işte o zaman şeytan kendisine geniş bir alan bulur. Şerri ve sonucu kötü olan her şeyi pompalamaya vesvese vermeye başlar.

Böylece o kişiyi uçurumlara düşürür. Buna karşılık insan, her ne zaman şehvetlerinden, nefsani arzu ve isteklerinden yüz çevirir, onlara layığı veçhile mücahade ve mücadele eder, ibadet ve taata hakkıyla yönelirse, işte o zaman da Melik olan Allah’u Teâlâ ona hayrı ve iyiliği ilham eder, kurtuluş vesilelerini ona kolaylaştırır. Cennet’e ulaşmanın yollarını gösterir ve öğretir.”

Şeytan insanın apaçık düşmanıdır. Amacı insanları Allah yolundan uzaklaştırıp, Cehenneme sürüklemektir. Dünya ile iş birliği içindedir. Şeytan, Allah’ı anmaktan gâfil olduklarında insanlara yaklaşır ve istediğini yaptırır. İnsan âhireti unutur, dünyanın derdine düşer.

Süfyan b. Uyeyne diyor ki: “insanlar bir araya toplanıp Allah’ı andıkları zaman, dünya ve Şeytan oradan uzaklaşır. Şeytan dünyaya, ‘Bunların ne yaptıklarını görüyor musun?’ der. Dünya, ilişme, onlar oradan ayrıldıkları zaman, ben onları teker teker boyunlarından yakalar ve sana teslim ederim’ diye cevap verir.”

Bu hâle düşmemek için dâim zikir hâlinde olmak, Şeytan’ı insandan uzaklaştırır, peki, bu hâli yakalamak için dünyadan el-etek çekip sadece ibâdete mi yönelmek lazımdır?

İnsan, dünya ve âhiret mutluluğunu kazanmaya elverişli yaratılmıştır. Hayvanlar, dünya; melekler, âhiret; insan ise hem dünya hem de âhiret için yaratılmıştır. Bu münasebetle de İslâm, insanı her iki âlemin tasarrufunu elinde bulunduran varlık olarak telakki eder. Birini diğerine tercih etmeyen, Allah için her ikisini de kazanan bir görüş getirmiştir. Onun için ne sadece dünya ve ne de sadece ahiret istenmeyip; Allah rızası için her ikisi de istenir. (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali, Zekât, Sayfa 209- 212).

 

DÜNYA SERVETİNİN YERİ CEBİNDİR

Dünyaya gelmemize karar veren yüce Allah, elbette dünyalık geçimimizi sağlamak için belli miktarda mal ve servet sahibi olmamızı da istemiştir.

Dünyalık mal ve servetin insanca yaşamın bir parçası olmaktan ziyade, başka amaçlara yönelik kullanılmaya başlanmasıyla sorunlar baş göstermeye başlamıştır.

Sorun, dünyalık servet ve malın araç olmaktan çıkartılıp, amaç konumuna getirdiğinde ortaya çıkmaktadır.

İnsanoğlu; servet, mal, mülk, şöhret gibi araçları Allah’a kulluk yolunda kullanarak, ahirette daha yüce makamlara ulaşma şansına sahip iken; araç-amaç dengesini şaşırarak, yaratılış maksadının dışına çıkabilmektedir. Neticesinde de Allah’ın azabına layık duruma düşmektedir.

Dünya servetinin kalbe değil de cebe konulması durumunda, Allah’ın muradının yerine geleceğini, Prof. Dr. Haydar Baş hocamız çok güzel ifadelerle izah etmiştir:

Allah Resulü (s.a.v.) buyurdu: “Cömert insan, Allah’a yakındır, insanlara yakındır, cennete yakındır, cehennemden uzaktır. Cimri ise Allah’tan uzaktır, insanlardan uzaktır. Cennetten uzaktır; cehenneme yakındır. Cömert bir cahil, cimri bir âbidden Allah’a daha sevimlidir.”

Servet sahibi olup da bunu Allah için cömertlik göstererek harcamak, Cennet’e, Allah’a yakınlığa vesiledir. Fakat kazanılan malın kimseye hayrı dokunmazsa, çalışırken ve Allah’tan isterken niyet, sadece bu dünyayı kazanmak olursa; o zaman o mal, büyük bir zarar kaynağı olur. Hep bu dünya düşünüldüğü için, Allah unutulur.

Böylelerinin ahiretten hiçbir nasipleri yoktur. Kulun, ahiretine sermaye hazırlamak üzere dünyadan da nasibini unutmaması gerekmektedir.

İmam Cafer Sâdık (a.s.) buyurdu ki: “Dünyası olan her insan şu üç şeye muhtaçtır: Gevşekliğe varmayacak rahatlık, kanaatle beraber olan cömertlik ve tembelliği olmayan cesaret.”

İnsanın gerçek dostu, arkadaşı Allah’tır. Eğer biz O’nunla dostluk, arkadaşlık kurabilirsek ne mutlu bize…

İnsan, bu zevki, bu maneviyatı tatması halinde madde ile olan irtibatını da sınırlı ve hudutlu tutar.

Onu putlaştırmaz. Ona tapmaz, çünkü bütün bunların değerinin sadece Hak ile beraber olduğunu kabul ederek, bilerek inanarak onlara yönelmesiyle, bilmeden yönelmesi arasında dağlar kadar fark vardır.

Birisinde vasıta olan madde, eğer Hak tanınmazsa; gaye hâline gelir, adeta kulun putu olur. Maddeyi elde etmek gaye olunca ve mânânın menşei ve merkezi olan Allah unutulunca; Allah sevgisinin yerini madde sevgisi alır. Tabiri caizse bilmeden gizli şirk durumuna düşülür.

Cenab-ı Vâcibu’l-Vücud Hazretlerinin, kullarının kalbine tecelli edebilmesi için, o kalp sahibi insanın, kalbini Rabbinin tecellisine hazır hâle getirmesi lazım gelir.

Nitekim bir hâne düşünün ki tıklım tıklım eşya dolmuş, böyle bir eve bir başka varlığı koymak mümkün değildir. Oraya ne insan konulabilir ne de başka bir şey. Hiçbir şey konulamaz. Oraya bir şey koyabilmek için mevcut olan varlığın oradan çıkarılması gerekir. Kalp de böyle bir evdir.

Allah’ın tecelli ettiği kalbe “Beytullah Allah’ın evi” denir. O kalp, mâsiva ile dolu olursa oraya Cenâb-ı Hak tecelli etmez. Kutbu’l-Arifin Mustafa Hayri Öğüt Hazretleri (rh.a.) derdi ki: “Oğlum! Dünya servetinin yeri cebindir. Burası, yani kalbin ise, Allah’a aittir. Dünyalık oraya konmaz. Kalbe koydun mu; gemi delinir. Su alır, gemi batar. Cenâb-ı Hak buyurmuyor mu ki: ‘Ben yere göğe sığmam ama mü’min kulumun kalbine nazar eder, oraya sığarım. Onun gönlüne bakarım.’ O hâlde, her şeyi yerine koyacaksın.”

Dünya sevgisinin, mal sevgisinin yeri kalp değil, ceptir. Ebu Turâb en-Nahşebiî (r.ah) der ki: “Kalbinde bir parça dünya sevgisi bulunan kimse, Allah’tan razı olma hâline ulaşamaz. Bir kul Allah’tan razı olmazsa, Allah da ondan razı almaz. Onu sevmez. Eğer Allah bir kulunu severse, onun kalbini dünyadan korur.” (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali, Zekât, Sayfa 218- 220).

 

ASIL ZENGİNLİK ALLAH’LA OLMAKTIR

Zenginlik vasfının ne anlama geldiği, kişinin bakışıyla alakalıdır. Genel manada insanlar bu dünyada mal-mülk elde etmeği zenginlik sayarlar.

Bu konuda da aldanmamak için işin erbabının bakışıyla bakarak meseleyi aydınlığa kavuşturmaya çalışalım ve Prof. D. Haydar Baş hocamızın tespitlerini paylaşalım:

“Nefis tezkiyesi yaparak Hakk’ı tanımak, vuslat etmek, Allah ile beraber olmak; asıl zenginlik budur. Bu hâle de Cenâb-ı Hakk’ı zikirle ulaşılır. Asıl fakirlik ise bu tecellilerden mahrum kalınmasıdır. Asıl zenginlik İlâhî tecellilerin varlığıdır, diğerleri hep geçidir. Yarın-öbür gün elden çıkacak olan servetten ne olur? İnsanın elinden çıkacak olan servet, yarın-öbür gün insanı müflis duruma düşürür. Dolayısıyla, kalbe girecek ve onu kaplayacak kadar üzerine düşülmesine gerek yok…

Ama insanın hakiki dostu olan insandan ebediyyen ayrılmayacak olan o tecelli-i Bâri, ahirette de insana lazımdır. İnsanı terk etmeyecek olan gerçek serveti odur. Aslolan o serveti bulmaktır. Peygamberimiz buyuruyor ki:

“Üç şey ölünün ardından mezara kadar beraber gider: Ailesi, malı ve ameli. (Ölü kabre konulunca) bunlardan ikisi geri döner, birisi kalır. Geri dönenler ailesi ile malı, (ölünün yanında) kalan ise amelidir.”

Allah Resûlü (s.a.v.) buyurdu: “Kul, ‘Malım, malım!’ der; oysa onun malından yalnız üç şey vardır: Yiyip tükettiği, giyip eskittiği ve verip biriktirdiği. Bunun dışındakilere gelince kendisi ölür, malını ise insanlara bırakır.”

Yine bir hadisi şerifte Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: “Allah’ı tesbih ve O’na hamd edişim, benim için üzerine güneş doğan yerlerden (dünyadan) daha sevimlidir.”

Bu bağlamda Yüce Allah’ın ikazı açıktır:

“Servet ve oğullar, dünya hayatinin süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.” (Kehf / 16).

Bu âyet-i kerimede geçen, bâki kalacak sâlih amellere dair peygamberimizin şu hadisi yol göstermektedir:

“Ayette geçen, ‘Bâki kalacak yararlı işler’, kulun şunları söylemesidir: Allahuekber, Suphanallah ve lâ ilâhe illallah ve lâ havle velâ kuvvete illâ billah.”

İbn Mesut rivayet eder ki: “O çarşıda, ezanı duyar duymaz mallarını bırakarak namaza koşan bazı kimseler gördü. Şöyle buyurdu: “Allah’ın, haklarında ‘Ne bir ticaret ve ne de alış-veriş onları Allah’ın zikrinden alıkoymaz’. (Nur Suresi: 37). Ayetinin indirildiği kimseler işte onlar hakkındadır.

Mü’min, hem bu dünya için, hem de âhiret için çalışan iki kanatlı kuş gibidir. Kur’ân-ı Kerim’de mü’minlerin özellikleri anlatılır. Bunlardan biri de boş, faydasız şeylerden yüz çevirmeleridir:

“Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (Mü’minun / 3).

Mü’min, bu dünyada boş işlerle uğraşmaz. Her hareketini “Allah benden razı olsun” diye düşünerek yapar. Dünyada yaşadığı her ânı Allah rızası için değerlendirme derdindedir. Dünya işleriyle meşgul olmadığı vakitler, ibadetle geçirdiği vakitlerdir. Esasen onu, dünya işleri de zikrullahtan alıkoyamaz. Dünyayı âhiretine tercih etmez.

Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyurulur:

“Onlar ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar” (Nur/ 37). (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali, Zekât, Sayfa 220- 224).

 

BÜYÜK KAZANÇ SAHİPLERİ

Yüce Allah müminlerden canları ve malları karşılığında Cenneti satın alanların büyük kazançlar elde ettiklerini şu ayeti kerimede beyan etmiştir:

“Allah, müminlerden mallarını ve canlarını kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler (Bu) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da da Allah üzerine hak vaattir. Allah’tan daha çok sözünü yine getiren kim vardır! O halde O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük bir kazançtır.” (Tevbe: 9/111).

Hz. Ali (a.s.) da bu konuda şöyle demiştir: “Eğer bir kişi yeryüzündeki servetin tamamını edinmişse ve bununla Allah’ın cemalini istiyorsa, o kişi zahittir. Eğer bir kişi dünyayı terk etmişse ve bununla Allah’ın rızasını kastetmiyorsa, o kişi zahid değildir.”

Velayetin şâhı ve ilim şehrinin kapısı İmam Ali’nin (a.s.) bir sohbetinden bahisle Nehcul Belağa da şu ifadeleri yazılıdır:

“Münezzeh olan Allah! Zikri kalplerin cilası kılmıştır. Ağır duyan kulaklar onunla (zikirle) duymuş, zayıf gören gözler onunla görmeye başlamış ve düşmanlıklar onunla sulha ve teslimiyete dönüşmüştür. Dünya yerine, zikri tercih eden bir zikir ehli vardır. Onları ne ticaret ne de alış-veriş bundan alıkoyabilmiştir. Bu şekilde yaşamaya devam etmişlerdir.

Her zaman gâfillerin kulaklarına Allah’ın haramlarından kaçınmayı fısıldamışlardır. Adaletle emrettiklerinde kendileri de sarılmışlar; münkerden nehyettiklerinde kendileri de kaçınmışlardır.

Dünyada oldukları hâlde, sanki dünyayı âhirete taşımışlar ve öteki şeyleri görmüşler, sanki orada uzun süre kalan berzah ehlinin gaybî hâllerinden haberdar olmuşlar.

Adeta Kıyamet, vaatlerini onlara gerçekleştirmiş, böylece dünya ehlinin gözünün önüne gerilen perde onlar için aralanmış da; onlar, insanların göremediklerini görüp, işitmediklerini işitmişlerdir.

Eğer onları, kendi aklınca, övülmüş makamlarında ve o değerli meclislerinde amel defterlerini yaymış, nefislerini hesaba çekmek amacıyla emrolunup da kusur ettikleri veya nehyolunup da haddi aştıkları bütün küçük-büyük işleri ortaya dökmüş, günahların ağırlıklarını sırtlarına yüklenmiş, ağırlıklarından bellerini doğrultamamış, ağlamaktan boğazı düğümlenmiş, pişmanlık ve itiraf içinde şiddetle ağlayıp feryat etmiş bir hâlde tasvir edecek olursan; hidayet sancakları ve karanlığı aydınlatan lambalar gibi olduklarını da görürsün.

Etraflarını melekler almış, üzerine bir sekine ve huzur inmiş, göklerin kapıları kendilerine açılmış, onlar için Allah’ın bildiği bir yerde keramet koltukları hazırlanmış, Rab’leri onların çalışmalarından memnun kalmış ve makamlarını övmüştür. Allah’a dua ederken, af ve bağış havasını solumuş, O’nun fazlına çok muhtaç ve azametine boyun eğen esirleri olmuşlardır. Uzun hüzünler kalplerini yaralamış, dinmeyen ağamalar gözlerini bozmuştur. Allah’a rağbetle açılan her kapıyı çalan bir elleri vardır. Onlar geniş (bağış) toprakları daralmayan, isteyenleri ümitsizlikle çevirmeyen kimseden isterler. O halde kendin için nefsini hesaba çek. Çünkü diğerlerinin senden başka hesap görücüleri vardır.” (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali, Zekât, Sayfa 225- 227).

 

CİMRİLİK KÖTÜ BİR HUYDUR

Merhum Prof. Dr. Haydar Baş Hocamızın Zekât şaheserinden okumalara devam ediyoruz. Bu bölümde cimrilik hakkında önemli tespitlerle alakalı görüşlerini paylaşacağız:

İmam Naki şöyle buyuruyor: “Cimrilik, huyların en yerilenidir. Tamahkârlık, kötü bir huydur.”

İmam Gazali “Kimya-yı Saadet” adlı eserinde cimriliğin tanımını şu şekilde yapıyor: “Cimrilik, verilmesi icap edeni vermemektir. Zira mal bir sebep için yaratılmıştır. Malın verilmesini gerektiren bir sebep olduğu halde, onu vermemek cimriliktir. Verilmesi uygun olan şey, şeriat ve iyilikseverlik bakımından verilmesi icap eden şeydir. Şeriatın vacip kıldığı şeyler bellidir. Şeriat cimrilerin dayanabileceği kadarıyla yetinir.”

Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “Eğer onları (tamamını) isteseydi ve sizi zorlasaydı, cimrilik ederdiniz ve bu da sizin kinlerinizi ortaya çıkarırdı.” (Muhammed: 47/37).

Ayet, malların tümünün istenmesi halinde belirecek cimrilik duygusunun, İslam’a ve Hz. Peygamber’e kin besleme ölçüsüne kadar varacağına temas ederek, insanın mal karşısındaki psikolojik durumunu tahlil etmektedir.

Cimrilik, malın harcanması, harcanmamasından daha mühim olan yerlerde malı sıkıp harcamamaktır. Dinin korunması, malın korunmasından daha önemlidir. Vermesi gereken zekâtı ve ödememesi gereken nafakayı vermeyen kimse cimridir.

Malı sevmeyen, malı tutup korumayan hiçbir insan yoktur. Eğer insan malı tutmasıyla cimri oluyorsa o halde hiç kimse cimrilikten kurtulamaz. Eğer malı tutmak, mutlaka cimriliği gerektirmiyorsa bu takdirde de cimriliğin manası mal tutmaktan başka bir şeydir. Bazen cimrilik ihtiyacı olduğu halde insani kendi nefsinden bile esirgemeye sürükler. Nice cimri vardır ki malı kıskıvrak tutar. Hasta olur, tedaviye gitmez! Canı istediği halde paraya kıyamadığı için alıp yemez. Eğer bedava olursa yer. İşte böyle bir kimse ihtiyacına rağmen nefsine karşı cimrilik yapan bir kimsedir.

Peygamber Efendimiz (s.a.a.) buyurdu: “Allah Teâlâ Hazretleri sana nimette ve ihsanda bulunduğu gibi sen de nefsine nimette bulun.”

Bu hadis-i şerife göre, insan nail olduğu nimetlerin kadrini bilip bunlardan dolayı Cenab-ı Hakk’a şükretmelidir. Servetinden meşru surette faydalanmalıdır, cimrilik yüzünden mahrumane yaşamaktan da sakınmalıdır.

İmam Ali (Aleyhisselam) dedi ki: “İnsanlar üzerine öyle zor zaman gelecektir ki imkânı olan kimse elindekini sıkarak cimriliğinden kimseye satmak istemeyecek; almaya mecbur olanlarla alışveriş yapacaktır. Oysa bununla emremrolunmamışlardır.  Allah Teâlâ, ‘Aranızdaki iyiliği unutmayın’ (Bakara / 237) buyurdu. (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali Zekât, Ocak 2020, Sayfa 233-235).

Bu bilgiler ışığında cimrilik hastalığından kurtulmak için dünyada elde edilen malın kullanılması da belli bir ölçü dâhilinde olduğunu öğreniyoruz. Ölçü dışına çıkıldığında nefisin tuzağına düşmek an meselesidir. Cimrilikten kurtulmak için cömert olmak esastır.

Unutmamalıdır ki Peygamberimiz bir Hadis-i Şerifte: “Cennet cömertlerin yurdudur” buyurmuştur.

Ayeti kerimede de cömert olanlar müjdelenmiştir: “Mallarını gece–gündüz, gizli–aşikâr hak yolunda harcayanlar yok mu? İşte onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara bir korku da yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.” (Bakara Suresi / Ayet 274).

 

CİMRİLİĞİN TEDAVİSİ

Yüce Allah’ın elbette yarattığı dertlerle birlikte ölümden başka her derdin devasını yarattığını biliyoruz. Maddi ve manevi her hastalığın devası olduğuna göre cimrilik gibi ciddi bir hastalığın da tedavisini yine yüce Allah beyan etmiştir.

Şimdi de cimriliğin tedavisi ile alakalı bilgileri Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın Zekât eserinden derlediğimiz bilgileri aktaramaya çalışalım:

Allah Resulü (s.a.v.) buyurdu: “Cimrilikten daha büyük hastalık var mıdır?”

İnsanın elinde bulundurduğu bir maldan, meşru surette istifade etmeyerek cimrilik göstermesi, manevi bir hastalıktır. Bu maddi hastalıktan daha kötüdür. Çünkü böyle bir cimrilik manevi hayata yansır, sahibini mali vazifelerini yerine getirmekten geri bırakır, sahibini Hakk’a tevekkül ve teslim olmaktan meneder, onun halk arasında fena bir şöhret bulmasına sebep olur.

Bir başka hadisi şerifte Allah Resulü (s.a.v.) buyurdu: “İnsanlarda bulunan huyların en kötüsü, aşırı cimrilik ve korkaklık”

Peygamber Efendimiz dahi cimrilik hastalığından Allah’a sığınmıştır.

Enes’den (r.a.) rivayetle Allah Resulü (s.a.v.) şöyle dua etti: “Allah’ım! Acizlik, tembellik, korkaklık, yaşlılık ve cimrilikten sana sığınırım. Kabir azabından, yaşam ve ölümün fitnesinden de sana sığınırım.”

Âlimler cimrilik hastalığının tedavisi için bazı tedavi usulleri tavsiye etmişlerdir. Bunlardan bazıları şöyledir:

Gerçekte kimse kendisini cimri olarak görmez ve daima cimriliğe başkalarını layık görür. Fakat kendini cömert sayan kimseyi başkaları cimri olarak telâkki eder.

Cimrilerin durumlarını çokça düşünmeli, tabiatın onlardan nefret ettiğini ve çirkin gördüğünü çokça düşünerek kalp tedavi edilmelidir, zira hiçbir cimri yoktur ki başkasında olan cimriliği çirkin görmesin ve cimri olan arkadaşlarının cimriliğinden rahatsız olmasın. Bu bakımdan kendisinin de halkın kalbinde çirkin sayıldığını bilmelidir.

Cimrilik hastalığın tedavisi ancak onun sebebinin zıddı iledir. Cimrilik sıfatı zorla vermeye kendisini alıştırmakla ortadan kalkar.

Cimrilik hastalığını tedavi etmek isteyen bir kimsenin de vermek suretiyle maldan zorla ayrılması uygundur. Cimrilik malı sarf etmemeyi ister. Onun isteğine karşı çıkıp zaman zaman mal verildiği taktirde cimrilik sıfatı ölür. Cömertlik insana tabiat olur, vermek için çekilen zorluklar ortadan kalkar.

Cimri olup da cömert olmak isteyen bir kimse için tek çare, kendisini mal harcamaya zorlamasıdır. Zorlaya zorlaya bu durum kendisinde doğal bir hale gelir. Ve sonunda o kimse cömert bir insan olur.

Cimrilikten korunmak, ancak malı gerektiği zaman vermeyi adet edinmekle mümkündür. Bir şeye duyulan sevgiyi kesmek, ancak ondan ayrılmakla mümkün olur.

Tam da burada zekâtın önemi devreye girer. Zira zekât cimriliği yok etmek ve mal sevgisini azaltmak içindir. Zekât zenginlerin içlerini cimrilik hastalığından temizler, onları yararlı işlere alıştırır ve böylece kurtuluşa ermelerine sebep olur. Zira Yüce Allah buyuruyor ki:

“Kim kendini nefsinin cimriliğinden korursa, işte onlar dünya ve ahirette kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr: 59/9).

Zekât, temizlik demektir. Sahibini tehlikeli bir tutku olan cimrilik pisliğinden temizler. Meydana gelen temizlik de Allah yolundaki bu harcamadan dolayı duyulan sevinç oranındadır.

Kalpteki cimrilik, Yüce Allah’a yakın olmaya layık olmayan bir pisliktir. Nasıl görünürdeki pislik, namaza mâni oluyorsa, kalpteki cimrilik pisliği de, insanın Allah’a yakınlaşmasına engel olur. Cimriliği yok etmenin tek yolu, malından vermektir.

Zekât malın pisliğidir. Onun için zekât vermek, cimrilik pisliğini silip süpüren bir dere gibidir. Bu sebepten ötürü Peygamber Efendimiz ve Ehl-i Beyt’ ine zekât ve sadaka vermek haramdır. Böylece ona mensup olanlar malların kirlerinden korunmuşlardır.

Malın yokluğundan doğan fakirlik sıfatı, yine malın varlığından doğan zenginlik sıfatı vardır. Bunlar, kendileriyle imtihan ve deneme için yapılan iki durumdur.

Cenab-ı Hak buyurdu ki:

“Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir ve büyük mükâfat Allah’ın katındadır.” (Enfal: 8/28).

“Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.” (Kehf: 18/16)

Her nefis ölümü tadacaktır. Geriye kalacak olan sâlih amellerdir. O sebeple akıllı kul; kalbini, malın maksatlarını, niçin yaratıldığını, malın sadece ihtiyaç miktarının korunması gerektiğini, fazlasını infak etmekle âhiret için azık hazırladığını düşünmekle tedavi etmelidir. Sâlih amellere sarılmalıdır. Sonuçta dünya hayatı fânidir ve her nefis ölümü tadacaktır. Dünya malını ahirete götüremeyeceğimiz de bir gerçektir.

Peygamberimiz buyuruyor ki: “Üç şey ölünün ardından mezara kadar beraber gider. Ailesi malı ve ameli. (Ölü kabre konulunca) bunlardan ikisi geri döner, birisi kalır. Geri, dönenler ailesi ile malı (ölünün yanında) kalan ise amelidir.”

Allah Resûlü (s.a.v.) buyurdu: “Allah Teâla buyuruyor: Ey Âdemoğlu! Kendini benim ibadetime ver ki, kalbini zenginlikle doldurayım, fakirliğinin önünü alayım. Bunu yapmazsan, ellerini devamlı olarak meşguliyetle doldururum fakirliğini bir türlü gidermem (gözün doymaz).”

Nefis tezkiyesi yaparak Hakk’ı tanımak, vuslat etmek, Allah ile beraber olmak; asıl zenginlik budur. Bu hâle de Cenâb-ı Hakkı zikirle ulaşılır. Asıl fakirlik ise bu tecellilerden mahrum kalınmasıdır. İlahî tecellilerin varlığıdır asıl zenginlik; diğerleri hep geçicidir. Yarın-öbür gün elden çıkacak olan servetten ne olur? İnsanın elinden çıkacak olan servet, yarın-öbür gün insanı müflis duruma düşürür. Dolayısıyla, kalbe girecek ve onu kaplayacak kadar üzerine düşülmesine gerek yok. Ama insanın hakiki dostu olan ve insandan ebediyyen ayrılmayacak olan o tecelli-i Bâri, ukbâda da insana lazımdır. İnsanı terk etmeyecek olan gerçek serveti odur. Aslolan o serveti bulmaktır.

Yine bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Allah’ı tesbih ve O’na hamd edişim, benim için üzerine güne doğan yerlerden (dünyadan) daha sevimlidir.”

Bu bağlamda Yüce Allah’ın ikazı açıktır:

“Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günde yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayati ise aldanma metaından başka bir şey değildir.” (Al-i İmran: 3/185).

Cimriliğin zararları hakkında ve cömertliğin övülmesi hususundaki hadisleri ve ayet-i kerimeleri hatırlayıp, cimrilikten dolayı Allah’ın büyük azabını düşünmek suretiyle kalp tedavi edilmelidir.

İnsanların cimrilik yapmasının en önemli sebeplerinden birisi mülkün kendilerine ait olduğunu zannetmeleri sonucudur. Oysaki mülkün gerçek sahibi Cenab-ı Hak’tır ve rızkı da ancak veren O’dur. Cenâb-ı Hak kullarına verdiği rızıktan kullarının O’nun rızası çerçevesinde harcamasını istiyor.

Cenab-ı Hak, Kur’ an-ı Kerim’de buyuruyor ki: “De ki: Rabbim, kullarından dilediğine bol rızık verir ve (dilediğinden de) kısar. Siz hayra ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Sebe: 34/39).

“İman eden kullarıma söyle: Namazlarını dosdoğru kılsınlar Kendisinde ne alışveriş ne de dostluk bulunan bir gün gelmeden önce, kendilerine verdiğimiz rızıklardan (Allah için) gizli-açık harcasınlar.” (İbrahim: 14/31). (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali Zekât, Ocak 2020, Sayfa 255-270).

Bu bilgiler ışığında, cimrilik denen hastalığın tedavi edilmesi hem dünya mutluluğu hem ahiret saadeti için vazgeçilemez bir eylemdir.

Gerek cimriliğin zararları gerekse de hastalığın tedavisi hakkında bu eşsiz bilgileri bizlere kazandıran. Prof. Dr. Haydar Baş hocamızı rahmetle, özlemle anmayı bir borç biliyorum.

İyi ki bizlere bu önemli bilgileri bırakmak için kıymetli eserler bırakmış. Bize düşen görev de bundan sonra; O’nun açtığı bu kutlu çığırdan yürüyerek gerek dünya gerek ahiret saadetini elde etmektir. Vesselam…

 

CÖMERTLİĞİN ÖLÇÜSÜ

Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın Zekât kitabından okumalara devam ediyoruz. Bundan önceki bölümlerde cimrilik konusunu detaylı olarak ele aldık. Sizin de bildiğiniz gibi cimriliğin zıddı ve tedavisi de cömertliktir.

Şimdi de hocamızın eserinde cömertlik hakkında altını çizdiği bölümleri aktararak değerli dostlarımıza faydalı olmaya çalışacağız.

Cömertlik insanın ihtiyacı olmayan şeyi başka ihtiyacı olanlara vermesidir. Cömertlik, israf ile cimrilik, yani haddinden fazla kısmak ile haddinden fazla harcamak arasında tutulan orta bir yoldur.

Onun verilmesi de kısılması da belirli bir ölçü içerisinde olmalıdır. Kalben istemeyerek yapılan harcamalar sahibini cömert yapmaz.

İmam Hüseyin buyurdu: “Cömert davranan yücelir; cimrilik yapan ise alçalır.”

İmam Hasan buyurdu: “Cömertlik; darlıkta ve bollukta vermektir.”

İmam Hasan (a.s.) cömertlik hakkında şöyle bir şiir okudu:

“Cömertlik kullara farzdır. Allah için,

Muhkem kitapta bu okunuyor.

Allah, cömert kullara cennetleri vaad etti.

Cimriler için de cehennem hazırladı.

Kim ki, ellerinden bir kalıntı damlatmaz isteyenler için,

O kimse Müslüman değildir.”

İmam Cafer Sâdık buyurdu: “Kerim ve cömert, malını Allah’ın buyurduğu yerde harcayan kimsedir.”

İmam Cafer Sâdık buyurdu: “Allah’ı tanıyan O’ndan korkar. O’ndan korkan cömertçe dünyayı bırakır.”

İmam Cafer Sâdık buyurdu: “İmanın en sağlam kulplarından biri Allah için sevmek, Allah için nefret etmek, Allah için vermek. Allah için esirgemektir.”

İmam Cafer Sâdık buyurdu: “Cömertlik, ihtiyaçları elde etme hususunda başarıya ulaşmak demektir. Güzel ahlak, sevgiyi çeken bir etkendir.”

İmam Cafer Sâdık buyurdu: “Ancak şu üç özelliği olan kimse cömert sayılır: Varlıkta ve yoklukta malını cömertçe bağışlamak, müstahak olana vermek, bağışladığı mala karşılık aldığı teşekkürleri bağışladığı maldan daha çok saymak.”

Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Zeynelâbidin (a.s.) şöyle demiştir: “Kim malını isteyenlere vermeye niyetleniyorsa o kimse cömert sayılmaz. Cömert o kimsedir ki Allah’a ibadet edenlerden ve Allah’ın hukukundan başlar. Buna karşılık teşekkür bile beklemez! Çünkü Allah’ın sevabına olan yakîni tam ve eksiksizdir.”

İmam Rıza (a.s.) şöyle buyurdu: “Cömert insan kendi yemeğinden yesinler diye insanların yemeğinden yiyen kimsedir. Cimri insan ise insanların yemek yemeğinden yemeyen kimsedir.”

Hz. Ali’nin cömertlik hakkındaki hikmetli sözlerinden bazıları ise şöyledir:

“Dünya cömertlik gösterip sana mal ve mülk verince, sen de bu fırsatı ganimet bilerek diğer insanlara karşı cömert davran. Çünkü dünya durmadan değişmektedir. Zengin olan fakir, fakir de zengin olmaktadır.”

“Cömertlik muhabbet kazandırır ve ahlakı süsler. Üç şey dostluğa sebep olur: Din, (dindarlık) tevazu ve cömertlik.”

“Dünyada halkın efendisi cömert kimseler, ahirette ise takvalı olan kimselerdir.”

“Cömertlik, istenmeden vermektir; istedikten sonra bağışta bulunmak ise utançtır.

“En saygın ahlak cömertlik ve faydası en geniş olanı ise adalettir,

“Huyların en üstünü cömertlik, iffet ve vakardır.”

“Cömertlik bir güzel karakter ve şerefli bir fazilettir.”

“Cömertlik ayıpların örtüsüdür.”

“Cömertliği ve hayâsı olmayan bir kimse için ölüm yasam daha iyidir. ”

“Cömertlik istekte bulunanı sevmek ve bağış vermektir.”

“Allah yolunda cömertlik etmek, (O’nun dergâhına) yakin olanların ibadetidir.”

“Elinizde olanları bağışlayın, vaatlerinizi yerine getirin ve ahdinize karşı vefalı olun.”

“Cömertliğin afeti israftır.”

“Cömertlik, peygamberlerin (a.s) ahlâkındandır. Cömertlik kurtuluş esaslarından biridir.” (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali Zekât, Ocak 2020, Sayfa 273-282).

 

BAŞKALARINI NEFSİNE TERCİH ETMEK (İSÂR)

Elbette her sâlih amelin kendine göre güzel yönleri, üstün faziletleri de vardır. Cömertliğin de üst seviyede ve fazileti bolca olan çeşidi vardır. Cömertliğin en üstün derecesi de “isârdır.”

İsâr hakkında önemli bilgiler vardır. Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın Zekât eserinden bu önemli konu hakkında paylaşımlar yapacağız.

İsâr, ihtiyacı olduğu halde cömertlik yapmak demektir. Mala ihtiyacı olduğu halde cömertlik yapmak nefse daha zor gelir.

Cömertlik hususunda isârdan daha büyük bir derece yoktur.

İsâr ahlakı Hz. Peygamber’in edebindendi. Hatta Allah Teâlâ buna azim (büyük) diye isim vererek şöyle buyurmuştur:

“Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” (Kalem: 68/4)

Allah (c.c.) bir kutsi hadiste buyuruyor ki:

“Yalnız Benim için sevişen, benim için toplanan, benim hoşnutluğum için birbirini ziyâret eden ve Benim rızam için cömertlikte bulunanlar benim sevgime hak kazanmışlardır.”

Nitekim Allah Teâlâ, ashab-ı kiramı överek şöyle buyurmuştur:

“Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr: 59/9).

Ensar’ın Muhacirlere karşı tutum ve davranışı, ayette belirtilen çerçeve içinde cereyan etmiş, kendileri muhtaç iken, başkalarının ihtiyacını giderme hasleti olan İsar Ensar’ da doruk noktasına ulaşmıştır.

Feda edilenlerin en üstünü ise candır. Resülullah (s.a.v), Allah’ın emriyle Medine’ye hicret ettiğinde, Emirü’l-Mü’minîn Ali’yi çağırarak şöyle buyurdular: “Benim geceleri üzerime örtüp yattığım yeşil hazremi kumaşı üzerine örterek benim yatağıma yat.”

Hz. Ali de Resulullah’ın evini saran müşriklerin yatakta yatanın Ali olduğunu anlamamaları için Hz. Peygamberin buyurduğu şekilde O’nun yatağına yattı. Böylece Resülullah rahatça müşriklerin arasından sıyrılıp çıktı.

Yüce Allah, Hz. Cebrail ve Hz. Mikail’e, “Ben sizin aranızda kardeşlik tesis ettim. Şimdi birinizin ömrü diğerinden kesinlikle fazladır. Sizden hanginiz ömrünüzün çokluğunu, diğerine bağışlamaya hazırdır’?” buyurduğunda; arz ettiler ki: “Allah’ım, bu bir emir midir, yoksa ihtiyari midir?”

Allah Teâlâ, “ihtiyaridir” buyurdu.

Bunun üzerine onlardan hiçbirisi, kendi iradeleriyle ömürlerinin fazla olan süresini diğerine bağışlamaya razı olmadı.

Bu sırada Allah Teâlâ onlara şöyle hitap etti: “Ben velim olan Ali’yle, nebim olan Muhammed’ in arasında kardeşlik tesis ettim. Ali, kendi hayatını Peygambere feda etmeyi tercih ederek, canıyla O’nu korumak için onun yatağında yattı. Yeryüzüne inin; O nu, düşmanların şerrinden koruyun.”

Melekler hemen yere indiler. Hz. Cebrail, Hz. Ali’nin başucuna, Hz. Mikail ise ayakucuna oturdu. Ve Hz. Cebrail şöyle dedi: “Tebrikler olsun, tebrikler olsun sana ey Ebu Tâlib’ in oğlu! Allah seninle meleklerine karşı iftihar ediyor.”

Bu esnada Resulüllah’a şu ayet nâzil oldu:

İnsanlardan öylesi vardır ki, canını Allah’ın hoşnutluğunu elde etmek için satar, kendini feda eder. Allah kullarına karşı Rauf’tur, çok merhametlidir.” (Bakara: 2/207)

Son asrın en büyük hastalığı olan bencilliğin ve cimriliğin hüküm sürdüğü zamanımızda başkalarını kendi nefsine tercih etmeyi anlayabilmek kavrayabilmek çok zordur.

Cenab-ı Hak kendi nefsine başkalarını tercih eden kulları için Kur an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

“Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” Haşr: 58/9).

“Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azabına uğramaktan) korkarız’ (derler). İşte bu yüzden Allah onları o günün fenalığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.” (İnsan: 76/8-11).

Ehl-i Beyt âlimleri ittifak etmektedirler ki; İnsan Suresi’nin ayetlerinin tamamı Hz. Ali (a.s.), Hz. Fâtıma (a.s.), Hz. Hasan (a.s.), Hz. Hüseyin’in (a.s.), yiyeceklerini miskin, yetim ve esire sadaka vermeleri ile ilgilidir.

İbn-i Abbas’ın rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, bu ayetlerin nüzul sebebi şöyle anlatılır:

Hz. Hasan (a.s.) ve Hz. Hüseyin (a.s.) küçükken hastalanmışlardı. Peygamberimiz (s.a.v.) ashab-ı kiramdan birkaç kişi ile onların ziyarete geldiler. Bu esnada ziyaretçilerin bazıları Ali’ye (a.s.). “Ya Ali’ Çocukların için bir nezir yapmak istemez misin dediler. Hz. Ali (a.s.) ve Hz. Fâtıma (a.s.) da Allah’ in (c.c.) rızasını talep ve O na şükretmek ve çocuklarının şifa bulmasını Haktan niyaz etmek üzere uç gün oruç tutmaya nezrettiler.

Derken çocukları hastalıktan kurtuldular. Onlar da oruçlarını tutmaya niyet edip, başladılar. Lâkin iftar için yiyecekleri yoktu.

Hz. Ali (a.s.), Hayberli Şem’un isminde bir Yahudi’den üç gün iftar edebilmek için ödünç olarak üç çömlek arpa aldı. Hz. Fatıma (a.s.) arpanın bir çömleğini öğütüp kendi adetleri kadar, yani 5 tanecik ekmek yaptı. Akşam olmuş, iftarı bekliyorlardı. O sırada bir fakir (miskin) gelip, ‘Esselamü aleyküm ya Muhammed Ehl-i Beyt’i! Ben Müslüman bir fakirim. Beni doyurunuz ki Allah da sizleri cennet sofraları ile doyursun’ dedi.

Onlar da derhal sofralarındaki ekmekleri bu fakir miskine ikram ettiler. Ve Hz. Ali (a.s.) Fâtıma’ya (a.s.) hitaben, ‘Ey insanların en hayırlısının kızı! Ey iman ve şerefin kemâline sahip olan Fâtıma!

Görüyorsun ciğerleri parçalayıcı haliyle kapıda duran şu miskin, açlığını bizlere arz ederken, hâl lisanıyla Allah’a naz ve niyaz etmektedir’ dedi.

Hz. Fâtıma (a.s.) ise, Ali’ye (a.s.) hitaben şöyle dedi: ‘Ey amcamoğlu! Emrinize amadeyim. Gerçi o miskini hoşnut edecek ve memnun kılacak bir şeye sahip değilim. Fakat umarım ki aç bir kimseyi doyurmak suretiyle hayırlı insanlardan sayılıp cennete girer ve şefaate ererim.

Cümlesi bir lokma almadan sofralarındaki ekmekleri fakir miskine verdiler, kendileri su ile iftar ettiler.

Ertesi gün oruçlarına devam ettiler. Fatıma (a.s.) o gün arpanın ikinci ölçeği ile ekmek yaptı. Akşam yaklaşınca ekmeği sofraya koydular ve iftarı bekliyorlardı. Derken, kapıya bir yetim geldi Esselamü aleyküm ya Muhammed Ehl-i Beyt’i! Ben Muhacir çocuklarından bir yetimim. Babam Akabe harbinde şehit oldu. Beni doyurunuz, beni doyurunuz! Allah da Sizleri cennet taamları ile doyurur’ dedi.

Yine ekmeklerini yetime ikram ettiler. Ve su ile iftar ederek o akşam da aç yattılar.

Ertesi gün Fâtıma (a.s.) üçüncü çömlekteki arpayı ekmek yaptı.

Akşam olunca yine sofrayı önlerine koydukları sırada, bu sefer de kapıya bir fakir esir geldi, ‘Esselamü aleyküm, ey Allah’in Elçisi’nin Ehl-i Beyt’i! Ben esirlerden biriyim. Bana ikram ediniz. Allah da sizlere cennet taamlarından ikram eylesin’ dedi. Bu kez de sofralarındaki yiyeceği esire ikram ettiler.

Bu davranışları ile ilgili olarak, İnsan Suresi’nin 8. ayeti nâzil oldu:

Hakiki mü’minler! Allah’a olan muhabbetlerinden dolayı kendi yiyeceklerini miskine, yetime ve esire ikram ederler.”

Müfessirler İnsan Sûresi’nde geçen yukarıda yazdığımız ayetlerin tamamının Hz. Fâtıma (a.s.), Hz. Ali (a.s.), Hz. Hasan (a.s.) ve Hüseyin (a.s.) hakkında nâzil olduğunda ittifak etmişlerdir.

Vahidi, “Basit” kitabında, Ebu Ishak Sa’ lebî, tefsirinde, bu ayetlerin sadece bu kişiler hakkında olduğunu belirtmişlerdir.

Başkalarının nefisini kendi nefsine tercih edenlere bir örnek daha verelim:

Ebu Hureyre’den rivayetle; Bir adam Peygamber’e (s.a.v.) gelip, ‘Ben muhtaç (ve açım)’ dedi.

Bunun üzerine hanımlarından birine haber gönderdi. O şöyle dedi: ‘Yanımda sudan başka bir şey yok.

Sonra ötekine haber gönderdi. O da diğeri gibi söyledi. Hulâsa hepsi ayni şeyi söylediler.

Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurdu: Bunu misafir edecek kimse yok mu? Allah onu esirgesin.

Ebu Talha hemen kalkıp, ‘Ben misafir ederim’ dedi.

Onu alıp evine götürdü ve hanımına, ‘Yanında yiyecek bir şey var mı?’ diye sordu.

Hayır, çocukların yiyeceğinden başka bir şeyimiz yok’ dedi.

Onları bir şeylerle oyalayıp uyut! Misafirimiz içeriye girdiğinde sanki yiyormuş gibi göster! Yemek için elini sofraya uzattığı zaman, lambayı düzeltecekmiş gibi kalk ve söndür!

Kadın onun dediğini yaptı. Misafir yemek yedi, onlar yemeksiz ve aç yattılar. Sabahleyin Peygamber’e varınca, Peygamber (s.av.), ‘Filan ve falandan Allah memnun kaldı ve güldü. (Ya da Allah onun haline taaccüp etti’ buyurdu.”

Diğer bir rivayet de şöyledir:

Bunun üzerine Allah, ‘Kendileri sıkıntı ve zor durumda olsalar bile onları nefislerine tercih ederler” (Haşr: 59/9). Mealindeki ayeti indirdi.”

Bu bilgiler ışığından kendi nefsimizin cömertlik konusunda ne kadar başarılı olup olmadığımızı ve Kur’an’la Hadisle övülen Ehl-i Beyt’in mensuplarının O muhteşem insanların yaptığı fedakarlığın ne demek olduğunu tefekkür etmemiz gerekir.  (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali Zekât, Ocak 2020, Sayfa 273-282-307-318).

 

ZEKÂTIN FARZ OLMASININ ŞARTLARI

İslam’ın beş şartından biri de zekâttır. Zekât, madem Allah’ın bizden istedikleri arasındadır, o zaman şartlarını da yine ilahi emirler arasında aramalı, nefsi yorumlardan kaçınarak işin ehlinden bilgilerle donanmalıyız. Aksi halde çok ciddi hatalara düşebiliriz.

Ümmet olarak en şiddetli imtihanımızın dünya malı noktasında olacağını haber veren yüce Peygamberimiz, (s.a.v.) bizi bekleyen tehlikeden uyarmaya da çalışmıştır.

Hadisi şeriflerinde Resulullah (s.a.v.) “Her ümmetin bir imtihanı vardır, benim ümmetimin imtihanı da mal iledir.” Buyurmuştur. (Tirmizî, Zühd 26).

Zekât, sahip olduğumuz dünya malının bir kısmında fakirin hakkı olduğu için, ihlal edildiği taktirde hem Allah’ın emri çiğnenmiş olmakta hem de fakirin hakkı gasp edilmektedir.  Bu sebeple esasları gayet iyi bilinmelidir.

Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın şaheserlerinden biri olan Zekât eserinde bu konunun detayı işaret edilmiştir. Eserden bilgiler aktararak konuya açıklık getirmeye çalışacağız.

Zekâtın şartları; farz olmasının ve sahih olmasının şartları olmak zere ikiye ayrılır. Zekâtın farz olmasının şartları da mal sahibinde olması gereken ve malda bulunması gereken şartları olmak üzere iki başlık altında işleyeceğiz.

1. Zekâtın farz olması için mal sahibinde bulunması gereken şartlar:

Müslüman olmak: Zekât bir ibadettir. Müslüman olmayan kimsenin ibadetini Allah kabul etmez. Zekât, Müslüman olmayanlara farz değildir. Çünkü önce iman etmekle yükümlüdür. Kafir, kafir olduğu müddetçe zekât vermekle yükümü olmadığı gibi, Müslüman olduktan sonra da kafirlik dönemine ait zekât borcundan da sorumlu değildir.

Hür olmak: Bir kimseye zekâtın farz olması için o kimsenin hür olması şarttır. Köleye zekât, kendisine ticaret izni verilmiş olsa bile farz değildir.

Akıl ve baliğ olmak: Zekât bir ibadet olduğu için çocuğun ve delinin zekât vermeleri farz değildir.

2. Zekâtın farz olması için malda bulunması gereken şartlar:

Tam mülkiyet: Bu tabirden maksat malın kişinin mülkiyetinde ve hem de elinde bulunması demektir. Satın alınıp da henüz ele geçirilmemiş bulunan bir mal, ele geçmiş hükmünde olarak zekâta bağlıdır. Bu nisaba girer ve zekât vermek gerekir.

Nema: Nema lügatte çoğalmak demektir. Zekâtı verilmesi gereken mal, gerçekten hüküm bakımından artıcı bulunmalıdır. Böyle olmayan mallardan zekât gerekmez.

Malın nisap miktarı olması: Zekâtın farz olmasının şartlarından biri de malın nisap miktarına ulaşmasıdır. Zekâta tabi mallardan olsa bile nisap miktarından az olan mal için zekât farz olmaz. Nisab, şeriattın bir şey için koymuş olduğu belli bir ölçü ve miktar demektir. Nisap miktarı, zekât verilecek malın türüne göre değişir. Zekâta tabi olan mallardan her birinin ulaşması halinde zekâtın verilmesi gereken miktardır. Zekât vermek için altının nisabı yirmi miskaldir. Gümüşün nisabı ikiyiz dirhemdir. Koyun ve keçinin nisabı kırk koyun veya keçidir. Sığır ve mandanın nisabı otuz ve devenin otuz beştir.

Malın borçtan arındırılmış olması: Bir kişi nisap miktarını tamamen alt edecek veya eksiltecek kadar borçlu olursa zekâta yükümlü olmaz.

Sahip olunan malın zekâta tabi mallardan olması: Altın, gümüş ve bunların yerine geçen nakit para. Ticaret malları. Madenler ve defineler. Ekin ve meyveler. Deve, sığır koyun, keçi. (Prof. Dr. Haydar Baş, Kuran ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali Zekât, Ocak 2020, Sayfa 321-337)

Elbette bir makale çapındaki yazıda, konunun bütün detaylarını aktarmak mümkün değildir. Amacımız siz değerli dostlarımıza, konunun önemi hakkında bazı uyarılarda bulunarak ilgilerini çekmektir. Bu konuda daha detay bilgilere ulaşmak isteyenlere eseri temin ederek okumalarını tavsiye deriz.

 

ZEKÂT KİMLERE VERİLİR?

Uzun bir süredir bölüm bölüm de olsa zekât ve sadaka hakkında makaleler yazdık. Bu konunun genel hatlarıyla sonuna doğru geliyoruz. Yazılarımızda fıkıh kısmından ziyade, faziletleri ve sırları üzerinde durduk. Çünkü ibadette fıkıh konusu, insanların tabi oldukları mezhep kitaplarından ya da o mezhebe tabi olan sıradan bir hocadan bunları öğrenmek mümkündür. Hatta basit bir ilmihalden bile işin fıkıh kısmı öğrenilebilir.

Ama sizlerde takdir dersiniz ki fazilet ve sır konusu, ehlinin işidir. Biz de bu konuda Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın fikirlerinin sizler için daha faydalı olacağını düşündüğümüz için Onun eserlerinden okumalar yaparak, özet mukabilinde fazilet ve nasihatleri aktararak, gönlünüzde güzel esintilere sebep olmayı murat ediyoruz.

Geriye dönüp zekât ile alakalı yazılarımızı okursanız, siz de bize hak vereceksinizdir. Ancak yine de zekât konusunu bilen okurlarımızın yanında bu konuda hiç bilgi sahibi olmayanların da olabileceğini düşünerek, kısaca zekâtın kimlere verileceği konusunda da yine hocamızın Zekât eserinden bilgiler aktaracağız:

Zekât yalnızca aşağıdaki ayeti kerimede zikredilen sekiz sınıfa verilir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere (miskinlere), (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslam’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda olana, yolda kalana mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe: 9/60).

Bir adam Peygamber’e (s.a.v.) gelip, bana zekât ver” dedi.

Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Şüphesiz Allah, zekâtlar hususunda bir peygamberin veya başka birinin hükmüne razı olmayıp kendisi bizzat zekât ehlini sekiz kısma ayırdı; eğer onlardan biriysen vereyim.”

Bu sekiz sınıfın dışında başka yerlere zekât verilemez. Örneğin, cami, hastane, köprü, yol çeşme vb. yerlere zekât verilemez.

Çünkü zekâtta temlik şarttır. (Temlik: Verilen şeyin fakirin eline direk geçmesidir.) Câmi ve benzeri yerlerde ise böyle bir durum söz konusu değildir.

Hanefi fıkıh âlimlerinden Kâsanî, Şâfiî tefsir âlimlerinden Fahruddin er-Razî gibi bazı âlimler “fi sebilillah/Allah yolunda” maddesini geniş tutarak zekâtın her çeşit hayır işlerinde harcanabileceğini söylemişlerdir.

Mal sahibi, zekâtını, ayet-i kerimede anılan sınıfların tümüne veya bazısına, her sınıftan bir kişiye de olsa verebilir. Verilecek zekât, nisab miktarından az ise bir kişiye vermek daha faziletlidir.

Tam bir nisab miktarından fazla olan zekâtı bir tek kişiye vermek, kerahetle birlikte câiz olur. Ama zekât verilen kişi borçlu ise, mal sahibi, nisab miktarından fazla da olsa vereceği zekâtla onun borcunu kapatabilir.

Damat kayınbabaya, kayınbaba damadına zekât verebilir. Zekâtı akrabaya vermek daha faziletlidir.

Önce muhtaç olan erkek veya kız kardeşlere, sonra bunların çocuklarına, sonra amcalara, halalara, sonra bunların çocuklarına, sonra dayılara, teyzelere ve bunların çocuklarına, daha sonra akraba sayılan diğer yakınlara vermek faziletlidir. Bunlardan sonra da fakir komşulara ve meslek arkadaşlarına vermek faziletlidir. (Prof. Dr. Haydar Baş, Kuran ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali Zekât, Ocak 2020, Sayfa 367-371)

Burada dikkatinizi çekmek için bir tespit yapmak isteriz: Zekât konusunda tavsiye edilen mümkün olduğu kadar daha yakın akrabadır, komşudur, çevredir. Gerçekten herkes kendi yakınında olanların ihtiyacını daha iyi bilir ve akrabanın tercih edilmesi akrabalık bağlarını güçlendirir, haset gibi kıskançlık gibi hastalıkları da ortadan kaldırmaya yardımcı olur.

Fakir olan kimselerin; “Yakınım bana bakıyor, yakınım benim ihtiyacımı temin ediyor” hissiyatı, dayanışma ve yardımlaşma gibi güzel hasletlerin yaygınlaşmasına, sevgi bağlarının güçlenmesine, toplumsal dokumuzun daha sağlam olmasına katkı sağlar.

 

ZEKÂT KİMLERE VERİLMEZ?

Bu makalemizde de kısaca kimlere zekât verilmeyeceğinden bahsederek konumuzu noktalayacağız. Buradan öte ilgili olanlara müracaat edebilecekleri eseri de tavsiye etmiştik, oradan bilgilerinizi artırabilirsiniz.

Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın Kuran ve Sünnet ışığında Zekât eserinden bilgiler aktaracağız:

Zekât Müslüman olmayanlara verilmez. Çünkü zekât Müslüman olan fakirlerin hakkıdır.

Allah Resulü (s.a.v.) ibn-i Abbas’tan rivayetle, Muaz’ı Yemen’e gönderdiği zaman, ona şöyle buyurdu: “Sen Ehl-i Kitap olan bir kavme gidiyorsun. Onları davet edeceğin ilk şey, Allah’a kulluktur. Bunu öğrendiklerinde onlara Allah’ın gece ve gündüz beş vakit namaz kılmayı farz kıldığını bildir. Bunu kabul edip uygulamaya başladıklarında, Allah’ın onlara mallarında zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek olan zekâtı farz kıldığını bildir. Zekât alırken halkın gözünde kıymetli olan mallarını istemekten sakın. Mazlumun bedduasından da kaçın. Çünkü onun bedduası ile Allah arasında perde yoktur.”

Bir kimse, kendi zekatını fakir bulunan zevcesine usulüne (babasına dedesine, anasına ninesine…) ve füruuna (çocuklarına, çocuklarının çocuklarına…) veremez.

Zekât ile cami yaptıramaz ve ölülere kefen alınamaz. Zira zekâtta temlik şarttır. (Temlik: İhtiyaç sahibinin eline geçme şartı) Yani zekât veren kimsenin verdiği kimseye zekât olarak verdiği şeyi temlik etmesi gerekir. Cami ile ölü zekâta malik olamazlar.

Temlik şartının dolaylı yollarla yerine getirildiği taktirde zekâtın cami ve benzeri hayır kurumlarına geçerliliğinin sağlanabileceği hakkında bir bilgiyi de aynı eserden aktaralım:

Kendisine zekât temlik edilen şahıs, aldığı bu malı kendi şahsına harcamayıp bazı hayırlı işlerde sarf ederse, meselâ cami, mektep gibi hayır müesseselerine hibe ederse, bu hibe ve harcama câizdir. Çünkü temlik şartı yerine gelmiştir. Böylece zekât sâhibi zekâtının sevabını alırken, aldığı zekâtı hayır müesseselerine hibe eden fakir de ibadet ve Allah’a kurbiyet sevabına nail olur. Ancak bu tamamen ihtiyarî bir durumdur. Hiç kimse, zekâtını verdiği fakirden o zekâtı bir hayır müessesesine hibe etmesini, bağışlamasını istemek hakkına sâhip değildir. Temlik yoluyla alınan o zekât tamamen fakirin hakkıdır, öz malıdır. Dilerse onu ihtiyaçlarına sarf eder, kendini fazla ihtiyaç içinde görmüyorsa hayırlı işlerde de kullanabilir. (Prof. Dr. Haydar Baş, Kuran ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali Zekât, Ocak 2020, Sayfa 411-415)

 

SONUÇ

Zekât konumuzu sona erdirirken; zekât vermemenin azaba, vermenin ise mükafata sebebiyet vereceğini; kısaca tekrar hatırlatmakta fayda görüyoruz.

Resulullah bir hadislerinde “Kimin malı olup da zekâtını vermezse o mal, Kıyamet günü sahibi için dazlak başlı ve iki gözü arasında kara bir nokta bulunan büyük bir ejderha şeklinde gelip boynuna dolanacak ve onu iki dudağı ile yakalayarak şöyle diyecektir: ‘Ben biriktirip de zekâtını vermediğin malınım.’

Sonra da Al-i İmran 180. Ayeti okudu: “Allah’ın bol nimetlerinden verdiklerinde cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Bilakis bu onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şey kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır.”

“İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükafatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler.” (Bakara /277).

Değerli dostlar, biz üzerimize düşeni yaptık kanaatindeyiz. Zekât konusunun önemini gündeminize taşıdık. Bundan sonra iş size kalmıştır. Rabbim doğru tercih yapıp, rızasına erişmeyi, cümlemize nasip eylesin. Âmin.

UĞUR KEPEKÇİ / 12.09.2021

Önerilen Makale

ZİKRULLAH

Çağın Bilgesi Prof. Dr. Haydar Baş Hocamızın zikrullah konusunda yazdığı şaheserlerden faydalanarak onun eşsiz görüşleriyle …